halimyoussef - Halim Youssef - Page 2

Korkunun coğrafyası – Musa, çocukluğunda tanışmıştır korkuyla. Çünkü korkunun coğrafyasıdır bu; İran, Irak, Suriye ve Türkiye arasına sıkışmış dört köşelik bir cehennem

A. ÖMER TÜRKE    

 29 Nisan 2008 
Yaşadıkları topraklarda uzun yıllar dilleri yasaklansa, aydınları sakıncalı sayılsa da, Kürt edebiyatı, Irak’ta, İran’da ve Türkiye’de varlığını koruyor, hatta çoğalarak sürdürüyor. Belki de inadına sürdürüyor. Bizim Mehmed Uzun’un romanlarıyla tanıdığımız, onun romanlarıyla sınırlı sandığımız bu edebiyat Kürtlerin yaşadıkları geniş coğrafyada pek çok yazarı kucaklıyor. Helîm Yûsiv, işte o yazarlardan bir tanesi.
Helîm Yûsiv, 1967 yılında Suriye’nin Amûdê şehrinde doğmuş, Halep Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirmiş. İlk hikâyelerini Arapça yazmış, ancak kendi diline dönmüş ve bir daha dilinden ödün vermemiş. 2000 yılından beri Almanya’da yaşıyor. Türkçede Ölüler Uyumaz (1996) adlı hikâye kitabı ile tanıdığımız Yusiv’in ilk romanı Sobarto 1999 yılında yayımlanmıştı. Romancılığını geçen günlere Dişsiz Korku adıyla Türkçeleştirilen Tirsa Bê Diran (2006) ile sürdürdü.
Dişsiz Korku, Ölüler Uyumaz kitabındaki gerçeküstü hikâyelerinden farklı olarak gerçekçi bir anlayışla yazılmış. Ele aldığı meselelerse değişmiyor. Masa başında çizilen geometrik sınırlarla birbirinden ayrılmış Kürt topluluklarından Suriye yakasında yaşayanlar özelinde, Kürtlerin çektiği acılarla yüzleşiyoruz.
Üç farklı açıdan anlatılmış hikâye. Üçüncü Göz, roman kahramanı Qamişlolu Musa’nın gözüne yerleşen anlatıcı. O, Musa’nın ne sağ gözü ne sol gözü ama o gören ve ağlamak, gülmek, kapanmak yerine yerine ‘anlatmanın kolay olduğunu kim demiş?’ diyen gözü… İkinci anlatıcı Musa’nın kendisi. Ve son olarak kimliği roman ilerledikçe ortaya çıkacak Korkunun Tarihi başlıklı, sahipsiz kalan elyazmalarının yazarı var. Böylelikle iki ana karakter, iki ben anlatısıyla, üç farklı algı dünyasına açılıyor hikâye.
Musa, diğerleri gibi çocukluğunda tanışmıştır korkunun her türlüsüyle. Çünkü korkunun coğrafyasıdır bu; İran, Irak, Suriye ve Türkiye arasına sıkışmış dört köşelik bir cehennem:
“Korkuyu yakından tanımak, ne olduğunu öğrenmek isteyen bütün araştırmacılar, korkunun doğduğu ve ihtiyarladığı o sınırlara gitmelidirler… Öyle bir ülkede dünyaya geldim ki, orada güneş bile korkuyla doğuyor ve daha büyük bir korkuyla batıyor. Yeni bir güne başlamadan önce, insanlar korkuyla kahvaltı ediyor. Her şeyden korkuyor ve yoruluyorlar. Korkuyla giyiniyorlar. Geceleri korku dolu rüyalar görerek uyanıyor, biraz su içiyor ve gördüklerinin gerçek olmaması üzerine Allah’a şükrediyor, tekrar yatıyorlar. Uyandıklarında, yeni günü yine kendilerini bekleyen korkuyla karşılıyorlar.”
Dayak korkusu, masalların korkusu, din korkusu, öğretmen korkusu, başkan babanın korkusu, büyüklerin aklını başından alan muhabarat (gizli polis) korkusu, mayın korkusu, kadın korkusu, koca korkusu ve diğer korkular… Musa ve arkadaşları, kılıç kalkana, tanka, topa, tüfeğe, uçağa gerek kalmadan yeşeren böyle dişsiz bir korkuyla büyüyecek, eğitimini tamamlayan Musa, tarih öğretmeni olarak dönecektir memleketine. Bir zamanlar ne dediğini anlamadığı Arap öğretmenin karşısında lal olan, neden kendi diliyle okuyamadığını bilmeyen, evlerindeki Kürtçe ile okul ve devlet dairelerindeki Arapça arasında sıkışıp dilsiz kalan Musa, şimdi kendisi gibi iki dil arasında sıkışıp kalmış Kürt çocuklarına, çocukların yalanla gözlerini kapattığı ve yalanla açtığı böyle bir memlekette tarih öğretecektir. Tersyüz edilmiş tarih
Öğretmen olmak, aydın olmak, hele ki bir Kürt aydını olmak hiç kolay değildir korkunun coğrafyasında. Halklar arasındaki düşmanlık ateşlendiğinde, hükümetin baskıları artacak, halkı isyana teşvik ve benzeri bildik suçlamalarla karşılaşan Musa, arkadaşı Qado gibi bu memlekette yaşama şansının kalmadığını anlamıştır. Anlattığı yalan tarihin yükünü daha fazla taşıyamayacaktır.
“Evdeki bütün tarih kitaplarını bir çuvala doldurup ağzını bağladım. Büyük bir ferahlama hissettim, dünyada hiç yalan kalmamış gibi. Hayatımın bütün yalanlarını ve bin yılların bütün yalan masallarını bu çuvala koyup, üzerlerine kapıyı kapatmışım gibi hissediyordum. Daha önce götürüp evimizden çok uzaklara attığım ya da bir yabanın sivri ucunu karnına saplayıp yedinci ruhunu verene kadar yere bastırdığım kötü, yabancı kediler gibi olmasını istiyordum bu yalanların. Ama kitaptı bunlar, ruhsuzdu, yapılacak tek şey onları yakmaktı. Sadece birkaç askerin bazen gidip geldiği tenha bir sokakta, bir kibritle tarih kitaplarımı tutuşturup zevkle, mutlulukla yanmalarını izledim. Tarih bana zevk vererek yanıyordu. Devletlerin bütün mutabakatları, anlaşmaları yanıyordu. Yalan ve anlamsız çekişmeler yanıyordu. Kralların, liderlerin, generallerin adı yanıyordu. Kalleşlikler, paylaşımlar, soğuk zaferler, kanlı yenilgiler yanıyordu. Ordulardan, askerlerden, direnenlerden arta kalan ölülerin giysileri yanıyordu. Sonra yavaş yavaş alevler yüreğimin yıkık duvarlarına yayılmaya başladı. Yüreğim de yanıyordu…”
Bütün bunlara bir yandan kuyruk sokumunda çıkan ve sivilceye benzeyen kızarıklığın başkanın heykellerini ya da resimlerini gördüğünde azan acısı, diğer yandan kendisini izlediğini sandığı yüzünü göstermeyen bir adamın varlığı da eklenmiş, Musa’nın hayatı kâbusa dönmüştür. Sahte bir pasoportla terk eder Suriye’yi. Rusya’da geçen birkaç ayın ardından gittiği Almanya’da arkadaşı Qado’nun izine rastlayan ve Korkunun Tarihi adlı el yazmalarını bulan Musa, memleketinden ne kadar uzakta olsa da, bir kez daha tarihin yükünü omuzlarında hissedecektir…
Helîm Yûsiv’in, 20. yüzyılın başında çizilen Ortadoğu haritasının iki mimarının -Sir Mark Sykes (İngiliz) ve Georges Picot (Fransız)- oryantalist yargılarına kurban giden Kürtlerin tarihini Musa’nın varoluş problemleriyle ilişkilendirerek işlediği hikâyede sadece korkular ve acılar yok. Gündelik hayatla ilgili pek çok sevimli tablo da çizmiş. Musa’nın çocukluğu, resmi törenlerin ya da başkan baba fetişizminin yarattığı traji komik durumlar, halkın örf ve adetleri, ilk aşklar, ilk cinsel deneyimler, Rusya günleri, vb. olaylar mizahi yönleriyle hikâyenin felaketler antolojisine dönüşmesini engelliyorlar, özellikle de çarşının iki renkli kişiliği. Kavalı eşliğinde anlattığı ağıtlarıyla, hikâyeleriyle Kalo ve dünyaya karşı! felsefesiyle dünyayı yorumlayan Tûtino, sürüp giden hayatın tercümanları gibiler. Üstelik mizahla trajediyi yan yana getiren bu anlatım, korkunun hayata sinmişliğini, kâbusların karanlığını ve acıların keskinliğini de bilemiş.
Helîm Yûsiv’in güçlü kurgusu, etkileyici hikâyesi Rahmi Batur’un güzel çevirisiyle birleşiyor. Ne var ki malzeme zenginliğiyle romanın hacmi arasında bir dengesizlik olduğunu düşünüyorum. İşlenecek onca konu ve karakter bulup çıkarmışken pek çoğuna değinip geçmekle yetinmiş Yûsiv.
Helîm Yûsiv’in üzerinde durduğu meseleler Mehmed Uzun’un romanlarının da ana ekseniydi. İkisi de zamanın, belleğin ve kürt aydınlarının bireysel varoluşunun peşindeler. Hem bir tarih, hem bir hesaplaşma, unutulan bir geçmiş, o geçmiş içerisinde Kürt halkı ve kültürü adına hayatını feda etmiş insanlar, kanın, şiddetin ve göçün yarattığı acılar; tarih kitaplarına hiç girmeyen, araştırılmaması bir yana sıkı sıkıya yasaklanan ve neredeyse kendi halkına bile yabancılaşan bir tarihin uçup giden gerçeklik imgesini yakalamaya çalışıyorlar.
Sürgünlüğü seçmiş yazarların ısrarla üzerinde durdukları kimlik sorunu Dişsiz Korku’nun sonlarında, Musa ve Qado’nun Avrupa’daki hayatlarında iyice belirginleşiyor. Korkunun yüreğinden çıkıp gelmiş bu iki insan tarihin ağır yükünden kurtulmak, içinde bulundukları zaman dilinde, çağlarında yaşayabilmek için, bütün tarih hamurun içindeki olayları, anlaşmaları hafızalarından çekip atmak, kendi çağına ayarlanmış diğer insanlar gibi yaşamak isteseler bile başaramayacak, hayatlarını kayıp kaçaklar olarak sürdüreceklerdir;
“Qado hayatının en büyük tablosunu yapmıştı. Tablosuna korku adını vermişti. Odasının bir duvarını tamamen kaplamıştı. Qado o karmaşık korku renklerinin dibinde oturup, çekirgeleri çizmekle geçiriyordu zamanını. Ülkesindeki hayat ağaçlarını, sevda tarlalarını, sevgi yeşilliklerini talan eden çekirgeleri… Musa da o anda kuyruğunu altına toplayıp, üzerine oturdu. İçindeki korku daha da büyümüş, daha da kudurmuş, aç bir çekirgeye dönmüştü. Musa’nın yanına konan bir çekirge, kuyruğunun ucunu kemiriyordu. Odasının penceresinden kalın, siyah bir kendir şeridi uzanmıştı içeriye. O da bu şeridin nereden ve nasıl buraya uzandığını bilmiyordu. Şerit siyah, kör bir yılanın suretine girip, başının üstünde dolanmış, siyah bir kelimeye dönüşmüştü: Korku…” · 
DİŞSİZ KORKU
Helîm Yûsiv, Çeviren: Rahmi Batur, Evrensel Yayınevi, 2008, 144 sayfa, 5.5 YTL.

              

             

‘Kürtler’in yaşadığı yerlerde hayat tersyüz edilmiş’

Suriyeli yazar Helîm Yusiv TÜYAP için İstanbul’daydı. Yusiv, ‘Kürtler diğer milletlerin edebiyat standartını yakalamak için maalesef birçok aşamayı atlayıp bugüne ulaşmak zorunda’ diyor

09/11/2007 – Radikal

ABİDİN PARILTI

Kürt yazar Helîm Yusiv TÜYAP Kitap Fuarı’ndaydı. Öteden beri okuduğum ve sevdiğim bir yazardı. Hâlâ da öyledir. Kürtlerin acılarından, gerçeküstü bir dünya kurmuş ve bu dünyayı da mizahi bir dille anlatmıştı. Onun öykülerinde tabiat insanlaşabiliyor, erkekler gebe kalabiliyor, delilerden bir cumhuriyet kurulabiliyor, bir öykü kendi yazarını yok edebiliyordu. Alegorik kodlarla yüklü, acının, korkunun ve kabusun gölgesindeki bu hikâyelerin çok az bir kısmı Türkçeye çevrildi. O da ilk kitabı Ölüler Uyumaz’dır. Diğer kitaplarını ise sadece Kürtçe bilenler okuyabildi. Bu anlamda şanslı olduğumu düşünüyorum. Helîm Yusiv Türkiyeli okurların mutlaka tanıması gereken bir yazar. Onunla söyleşirken bu konuda biraz sitemli olduğunu da gördüm. Nitekim bu mevzu satırlara da yansıdı…
Türkiyeli okurların sizi tanımasını için biraz kendinizden ve edebiyatınızdan, edebiyata giriş cümlenizden söz edebilir misiniz?
Suriye’nin Amudê şehrinde çocukluğumun geçtiği yıllarda daha edebiyatın ve meselelerin ne olduğunu bilmeden, yazdıkça acılarımın hafiflediğini hissettim. Daha çocukken çok büyük sorularla karşılaşıyordum. Bu sorular kafamda dönüp duruyordu. Bu bir çocuk bedeni için oldukça ağır sorulardı. Bu soruların cevaplarını bulmak ise o yaşta oldukça güçtü. Bu yüzden anlaşılmaz bir acıyla karşılaşıyordum ve nasıl keşfettiğimi bilmiyorum ama anladım ki yazmak bu acıları hafifletiyordu. Yazdıklarımı kâğıt üzerinde görmek beni acayip mutlu ediyordu. Sonraları buna roman yazma tutkusu da eklendi. Kendimi yazıda anlamlandırıyordum kısaca.
Acıdan söz ettiniz. Acıyı yazarken değiştirmek sürreal bir hale getirmek acaba sana yeni bir dünyanın olanaklarını sunduğu için mi böyle? Çünkü öyküleriniz, romanlarınız daha çok fantastik bir dünyanın kapılarını aralayan nitelikte…
Aslında ben gerçeğe sadık kaldığımı düşünüyorum. Gerçek deyince, bu defa gerçek olanın ne olduğuna bakmak lazım. Bence günümüzde Kürtlerin yaşadığı coğrafyalarda gerçek zaten ters yüz edilmiş, benim yaptığım ise var olan gerçekliği tersyüz ederek esas olanı göstermek oluyor. Yaşamın gerçeğini söylüyorum ama üçüncü bir göz olarak. Bir yazar gözüyle yani. Diğer yandan ‘acı’ duygusuna gelince diyebilirim ki bir olay ya da durum beni acıtmıyorsa yazamıyorum. Yaşamın kıyısında olan olayları ve bu kıyıda yaşayan insanları yazmayı seviyorum. Radikal olanı yazmak acımı hafifletiyor.
Yazmak ya da yaşamak yani…
Yazmak benim için şahsi ve bireysel bir durum. Yaşamsal acının bende tezahürü olarak değerlendirilebilir. Hayatın içinde bir olay gerçekleştiğinde bu olaydan öte nedenleri ilgimi daha çok çeker. İçimde o en derin ve anlaşılmaz yerde ‘neden’ sorusu yankılanır. Ve ben bir yazar olarak bunu yazdığımda yeniden o üçüncü gözle yazarım. Diğer yandan ilgimi çeken ve yazdıklarıma konu olanlar daha çok dışarıdaki hayatta normal karşılanmayan, küçük bir dertmiş gibi görünen ama aslında büyük olan şeylerdir.
Roman ve öykülerinizi okurken üç öğe ya da duygu dikkatimi çekti. Acı, korku ve kâbus… Bunlar neredeyse bütün yazdıklarında ya fonda ya da başat öğe olarak hemen kendini belli ediyor. Bunlar aynı zamanda Kürtlerin ruhunu da yansıtan duygular mı acaba?
Söylediklerin büyük oranda doğru. Bu üç öğe birbirine bağlı aslında. Korkudan başlayayım. Bir Kürt olarak söyleyebilirim ki bir Kürt annesi hamile kaldığında, karnında taşıdığı çocuk doğmadan önce korkuyu öğreniyor, çocuk doğduğunda korkuyu anne sütüyle birlikte içiyor ve bu içlerine sinmiş korkuyla birlikte büyüyorlar. Ve korku içinde ölüyorlar. Yani korku bu şekilde yaşamımıza sinmiş durumda. Bu korkunun sonuçlarından biri senin de söylediğin ‘kâbus’ ve ‘acı’ duygusudur.
Ama bütün bunlara rağmen mizahi ve ironi dolu bir dil kullanıyorsun…
Kürtlerin yaşamına baktığın zaman büyük trajedilere rağmen her zaman bir mizah söz konusu olmuştur. Diğer yandan trajedinin en son noktası komik olana çıkar zaten. Kürtçede bir söz var: “gülmekten öldüm” diye. Aslında bu söz ölümü ve mizahı ne kadar bir arada yaşadığımızı örnekler niteliktedir. Mizahi bir dil kullanmayı aslında özellikle tercih etmiyorum ama seçtiğim konular ve işleniş biçimi farkında olmadan da bunu dayatıyor.
Kürt öykücülüğü ve bugünkü durumu hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Ölüler Uyumaz’ı yazdığım sıralarda çevremdekilerde, ve dolayısıyla genel olarak Kürtlerde hikâye daha çok geleneksel ve folklorik anlamıyla karşılanıyordu. Ama son yirmi yıl içinde birçok Kürt ve Kürtçe yazan yazar, özellikle de öykücüler, büyük bir sınavla karşı karşıyaydılar. Öykünün sadece folklorik bir yapıda olmadığını ispatlamak zorundaydılar. Yaptılar da. Ve modern Kürt öykücülüğü de bu sınavdan sonra modern edebiyatın kıstasları içinde yerine oturtulmalıydı. Bu seyir biraz geç başladı. Ama Kürt dili yıllar yılı yasaklıydı ve yazanlar coğrafyalarının dışına çıkmak zorundaydılar. Daha eskiler ise geleneksel ve sözlü Kürt edebiyatının çok fazla etkisinde kalmışlardı. Ancak son yirmi yılda özellikle 90’dan sonra modern Kürt öykücülüğü büyük bir gelişme gösterdi. Ve inanıyorum ki yetişen kuşakta Kürt öykücülüğünü dünya edebiyatı içine taşıyacak azim var.
Kürtler edebiyat konusunda bazı aşamaları atlamak zorunda mı kalıyorlar…
Evet. Kürtler dünya edebiyatına yetişmek için birçok aşamayı atlamak zorundalar. Çünkü çok yakın zamana kadar kendi topraklarında dili yasaklanmış, hor görülmüş insanlardan söz ediyoruz. Dünyanın diğer milletlerindeki edebiyat standartını yakalamak için maalesef bazı konakları yakmak ve bugüne ulaşmak durumundalar. Her şeyi bilinçli yapmak, edebiyat formlarını layıkıyla uygulamak ve standartlarını yükseltmek zorundalar.
Türkiye’deki Kürt edebiyatına karşı yaklaşımları nasıl değerlendiriyorsunuz? Kürt edebiyatı Türkiye’de tanınıyor mu?
Kürt dili ve edebiyatı için oldukça umutluyum. Çünkü bütün engelleme ve yasaklamalara rağmen öldürülememiş bir dilden söz ediyoruz. Bugün artık yaşıyor. Bu dilin içindeki güç ve canlılık onun ayakta durmasını sağlamaktadır. Bu durum dolayısıyla edebiyatını da etkilemektedir. Kendi dilleriyle yazıp, okuyup ve yaşayabilmektedirler. Bu da büyük bir umut demektir aslında. Türkiye’deki Kürt edebiyatı meselesine geldiğimizdeyse, Kürt edebiyatına burada büyük bir haksızlık yapılmıştır. Kürt edebiyatı denince sadece bir isimden söz ediliyor. O da Mehmed Uzun’dur. Ama Kürt edebiyatı sadece bir isime indirgenemez. Bu durum Kürt edebiyatını dar bir çerçeve içine almak ve aslında onu orada hapsetmektir. Çünkü Kürt edebiyatı ve romancılığı Mehmed Uzun’dan önce de vardı, yaşarken de vardı.
Özellikle romanda bu durum daha nettir. 1930’lardan bu yana Kürtçe romanlar yazılmaktadır zaten. Erebê Şemo, Rehîmê Qazî, Œbrahîm Ehmed gibi isimleri nasıl unutabiliriz. Ve bunları nasıl Türkiye’deki okuyucu bilmez. Diğer yandan modern Kürt edebiyatından söz edildiğinde ise Türkiye’deki okuyucunun mutlaka Firat Cewerî’yi, Hesenê Metê’yi, Fawaz Husên’i tanıması ve okuması gerekmektedir. Daha birçok isim sayılabilir. Türkiye’deki bazı aydınların Kürt edebiyatını bir isme indirgemelerinin ardında aslında ben siyasi bazı nedenler arıyorum. Bu Kürt edebiyatını küçülten yaklaşımlardır. Bu anlamda diyebilirim ki Kürt edebiyatı Türkiye’de tanınmamaktadır. Bunları söylerken çok değer verdiğim Mehmed Uzun’u ve edebiyatını düşürdüğüm anlaşılmasın. Kürt edebiyatı için önemli romanlar yazmıştır. Bu tür yaklaşımlar aslında onun edebiyatına da zarar vermektedir.

Kitapları:

·  Mirî Ranazin, (Ölüler Uyumaz) öyküler, 1996, Türkçesi 1998

·  Mêrê Avis, (Gebe Adam) öyküler, 1997

·  Jinên Qatên Bilind, (Yüksek Katlardaki Kadınlar) Öyküler, 1998

·  Sobarto, roman, 1998

·  Memê Bê Zin (Zin’ini Yitiren Mem), öyküler, 2003

·  Tirsa bê Diran (Dişsiz Korku) roman, 2006

Bütün kitapları Avesta Yayınları’nca yayımlanmaktadır.

İroninin ve Metaforun Yazarı: Helîm Yûsiv – Yazar: Dr. Özlem Galip

İroninin ve Metaforun Yazarı: Helîm Yûsiv
Yazar: Dr. Özlem Galip – 17.05.2019

1967’de Suriye’nin Amûdê şehrinde doğan #HelîmYûsiv, kendi ülkesinde Hukuk eğitimi aldıktan sonra Almanya’ya göç eder. 10 yılı aşkın bir süredir Almanya’da yaşıyor. Birçok roman ve öykü kitabının yazarı olan Yûsiv, edebi eleştiri anlamında da adından sıkça söz ettiren yazarlar arasında bulunuyor. Türkiyeli okurların ismen de olsa fazlaca yabancı olmadıkları bir yazar; keza bir öykü kitabı bir de romanı Türkçe’ye çevrildi.

Çoğu diaspora #Kürt yazarı gibi Helîm Yûsiv’da Kürt siyasetinden uzakta durmayarak edebi hayatını yürütürken, bir çok siyasi ve edebi polemikten de uzak kalamıyor. Hatta öykü ve roman yazmayı bırakıp sadece eleştirmen mi olmaya karar verdi diye düşünmemek elde değil. Yazar, senelerce Brüksel merkezli Roj TV’de edebiyat programı sunduktan sonra, geçen seneden beri de Suriye Kürtlerin televizyonu olarak bilinen Ronahi TV’de televizyon kariyerine devam ediyor.

Kanımca Yûsiv’ın en güçlü yönü kurmaca edebiyatın içinde yatıyor. Yûsiv, edebiyat hayatına Arapça yazdığı öyküler ile başlarken hem Kürt hem de Arap okurlarının dikkatini çekmeyi başarır. Arapça yayınlanan öykü kitapları daha sonraları Kürtçeye çevrilerek Avesta yayınevi tarafından yayınlanır. Ancak yazarın ilk romanı “Sobarto”yu ilk olarak Arapça mı veyahut Kürtçe mi yazdığı halen bir muamma, zira bu roman 1999’da hem Arapça hem de Kürtçe olarak yayınlandı. 1999 yılından itibaren Yûsiv’in tüm eserlerini Kürtçe yazdığını kesin bir dille belirtebiliriz. Yûsiv’ın edebiyatını diğer gerçekçi Kürt yazarlarınkinden ayıran en büyük farkın, Kürtlerin acılarından gerçeküstü bir dünya kurması ve bu dünyayı mizahi ve alegorik bir dille anlatması olduğu söylenebilir. Yani diğer Kürt yazarların aksine gerçekliğe yakın olduğu kadar bir o kadar da uzaktır. Onun öykülerinde tabiat insanlaşabilmekte, erkekler gebe kalabilmekte, delilerden bir cumhuriyet kurulabilmekte, bir öykü kendi yazarını yok edebilmektedir. Öykülerinin yanı sıra Yûsiv, “Sobarto”, “Tirsa Bê Diran (Dişsiz Korku, 2006)” ve “Gava Ku Masî Tî Dibin (Balıklar Susayınca, 2008)” gibi romanlarıyla, roman sanatında da kendine özgü bir yer edindi. Helîm Yûsiv, ilk romanı “Sobarto”da yangın yerine dönmüş bir ülkeyi anlatırken Süleyman’ın şizofrenik hikayesine odaklanır. “Tirsa Bê Diran”da intikam, çocukluk anıları, Kürt entelektüellerin önündeki engeller, yoksulluk, göç ve şiddetten mustarip bir halk, tarihin yanılgısı, bir halkın kendi tarih ve kimliğinden izolasyonu, romanın temel meselesini oluşturur. Son romanı “Gava Ku Masî Tî Dibin”da ise alegorik bir dille yine Kürt coğrafyasına ve savaş koşullarında insanın var olma mücadelesine odaklanır. Genel anlamda Suriye’de ve Türkiye’de yaşayan Kürtlerin politik ve sosyal koşullar altında maruz kaldığı baskı ve yasaklar romanların temelini oluştururken, romanların üçü de metafor ve imge bakımından oldukça zengindir.

Yûsiv’ın ikinci romanı, Türkçeye de çevrilen “Tirsa Bê Diran (Dişsiz Korku)”dır. “Dişsiz Korku”, adından da anlaşılacağı gibi korku olgusu üzerine kurulu bir romandır. Roman, kısa bölümler halinde anlatılır ve her bölümün bir adı olmasıyla beraber, her bölümün başında korku konsepti ile ilişkili alıntılar vardır. Kürtleri Araplaştıran asimilasyon politikalarının, ülke ve bütünlüğünün tabu olarak gösterilmesinin, hükümetin yönetiminin hatta başkanının bile Kürtler için korku kaynağı olduğu romanda, hikâye üç farklı perspektiften verilir. İlki Musa’nın gözü, ikincisi Musa’nın kendisi, üçüncüsü ise romanın sonlarına doğru ortaya çıkan Korkunun Tarihçesi yazmalarının sahibidir. Roman boyunca, çeşitli korkularla karşılaşılır. Dayak, masallar, öğretmen, din, başkan, gizli polis ve eş sadece bu korkulardan bir kaçıdır. Kısacası, romandaki karakterler, dişsiz bir korkuyla büyürler. Romanın baş kahramanı Musa, ülkesini bırakıp Almanya’ya gitmek zorunda kalır. Rüyalarında sürekli Kürtlerin tarihi düşmanlarıyla kavga eden Musa, romanın sonunda kaybolur. En son Londra’da görüldüğü ve halüsinasyonlardan mustarip olduğu için akıl hastanesine yatırıldığı gazetelerden öğrenilir. Musa’nın yanı sıra Tûtino (Tütün lakaplı kişi), Qado ve Kalo (Yaşlı) gibi yan karakterler çok sıra dışı bir portre çizerler. Örneğin Qado, sürekli korkunun resmini yapmayı isteyen ve koyu renkleri kullandığı tablolarında, kuyruğu olmayan hayvanların resimlerini çizen bir karakterken, Tûtino ise sürekli felsefi konuşmalar yapan ve kendini içtiği sigaralarla özdeşleştiren bir karakterdir. Kalo da Tûtîno gibi deli ve felsefi konuşmalar yapan, sırtında dünyanın yükünü taşıyormuş gibi bir yayığı sürekli şişirmeye çalışan, yayığı dünya gibi dibi delik olduğu için bir türlü şişiremediğini düşünen, tarihin iktidarlar karşısında eğildiğini söyleyip duran bir karakterdir. ‘Büyülü Gerçekçilik’ tekniğinin çokça başvurulduğu romanda, karakterler gerçek ve hayal arasındaki farkı çizemezler. Roman, korkunun dişi olmadığından ısıramayacağını ama kişiyle beraber korkuların her yere götürülebileceğini gösterir.

Helîm Yûsiv’in son romanı olan “Gava Ku Masî Tî Dibin (Balıklar Susayınca)” ise, özgürlüğe susamış bir kahraman olan Masî’nin etrafında gelişen olayların anlatıldığı alegorik bir romandır. Romanı üç bölüme ayırmak mümkündür. İlk bölümde Masî’nin özgürlük mücadelesinden, kimlik kavgasından uzak, kendini dine ve köpeği Bozo’ya adamış hali; ikincisinde Berfîn’in hayatına girmesiyle kimlik uyanışı ve dağlardaki savaşı; üçüncüsünde ise kaybettiği bacaklarıyla evine dönmesi ama bu sefer de eski hayatına alışamayıp ülkeyi terk edişi anlatılır. Yûsiv, romana Masî’nin bulunduğu ülkeyi mitolojik ve mistik bir tasviriyle başlar. Efsanelerin anlatıldığı, her an her şeyin olabileceği, Masî hakkında birçok farklı hikâyenin türediği, birçok insanın dilsiz olduğu bir ülkedir Masî’nin yaşadığı topraklar. Romanın başındaki mistik anlatım, Masî’nin dağa gitmesiyle gerçekçi bir dile dönüşür. Olağandışı olaylardan ziyade, ölümün, savaşın, silahların konuştuğu bir evren yaratır #yazar.

Romanlar biçemsel açıdan incelendiğinde yazarların yer yer çeşitli #ironi, mecaz ve sembol kullanımlarıyla dolaylı bir anlatım sergiledikleri görülür. Yüzeyde anlatılan olay akışının, sembol, işaret ve imgelerle bağlamlandırılmış alt okumaları söz konusu olabilir. Bazı anlamlar örtük olarak sunularak, alt metin konumunda kullanılmışlardır. Helîm Yusiv bu anlamdaki metaforları çokça kullanmaktadır. Örnek olarak “Tirsa Bê Diran”da otoriteye karşı muhaliflik ve eleştiriyi, Musa’nın kalçasında çıkan bir sivilceyle özdeşleştirir. “Gava Ku Masî Tî Dibin”da özgürlük ve bağımsızlığa olan ihtiyaç, Masî (“balık” demektir.) adlı ana karakterin dinmeyen susuzluğuyla anlamlandırılır.

Yusiv, Kürtçeyi iyi kullanan, onun inceliklerini ve oyunlarını bilen bir yazar olmanın olanaklarını olabildiğince kullanır. Yaşadığı her coğrafyada bir şekilde yazmayı ihmal etmeyen bir yazar Helîm Yûsiv. Bir söyleşisinde söylediği gibi ‘Yazmak benim için şahsi ve bireysel bir durum. Yaşamsal acının bende tezahürü olarak değerlendirilebilir’. Bu bağlamda, yazar romanlarında Suriye, Türkiye’nin ve Kürdistan’ın yanı sıra Avrupa’daki Kürtlerin kronikleşen kimlik sorunlarına değinirken Kürtlerin makûs tarihini didaktik bir biçimde hatırlatıyor. Umutsuz aşk hikâyeleri de romanlarında çeşitli biçimlerde vücut buluyor. “Sobarto”da Süleyman’ın Belkıs’a olan aşkı, “Tirsa Bê Diran”da Musa’nın Leyla’ya olan aşkı ve “Gava Ku Masî Tî Dibin”da Masî’nin Berfîn’e olan aşkları ayrılıkla son bulurken geçmiş büyük bir özlemle sürekli yad edilir çünkü Yûsiv için geçmişin yeniden yapılandırılmış tezahürleri kişinin yaşamında her daim yer alır.

Kaynakça
Galip, Ö. ve Parıltı, A. (2010), Kürt Romanı Okuma Kılavuzu, İstanbu, Sel Yûsiv, H. (2011), Romana Kurdî, İstanbul, Ronahî.
Eserleri
Mirî Ranazin (Ölüler Uyumaz), 1996, öykü Mêrê Avis (Gebe Adam), 1997, Öykü Jinên Qatên Bilind (Yüksek Katların Kadınları), 1998,
Öykü
Sobarto, 1999, roman Memê bê Zîn (Zin’siz Mem), 2003, Öykü Tirsa bê Diran (Dişsiz Korku), 2006, roman Gava Ku Masî Tî Dibin (Balıklar Susayınca), 2008,
Türkçeye Çevrilen Kitapları
Ölüler Uyumaz (Türkçeye çeviren Rahmi Batur), 1998, Öykü Dişsiz Korku (Türkçeye çeviren Rahmi Batur), 2008,

*Bu makale, ROMAN KAHRAMANLARI Temmuz/Eylül 2013 15. sayıda yayımlanmıştır

Helîm Yûsiv: Kürtlerin yaşamının kendisi efsunidir

08.09.2017 – BAS – Dara Porxelek

Bazı yazarlar vardır, toplumlarının yaşadıklarını öyle bir şekilde resmederler ki okuyucu o anı birebir yaşar. Kürt yazar Helîm Yûsiv da bu yazarlardan biri. Eserlerinde büyülü gerçekçiliği ustaca yorumlayan Yûsiv ile edebiyat ve sanat hayatını, eserlerinin derinliklerinde keşfettiğimiz konuları konuştuk.

Kitaplarınızda ‘Büyülü gerçekçilik’ olarak adlandırılan bir tarz var. Kürtlerin içinde bulunduğu durum mu bu tercihte etkili yoksa bu bir edebi tercih mi?

Efsuni ve realizm meselesi biraz karmaşık. Bana göre Kürt yazar hayali bir yaratıma ihtiyaç duymaz, gerek de yoktur. Kürtlerin içinde yaşadığım durum gereğinden fazla efsuni zaten. Ben, Kürt yazarlarını şanslı buluyorum bu konuda. Büyülü gerçekçilik ile realizm arasındaki ayrım bir saç teli misali incedir. Bir Kürt yazar, bir olaydan söz ettiği zaman hayal mi yoksa gerçekten yaşanmış bir olay mı olduğu biz Kürtler tarafından bile güçlükle ayırt edilebiliyor. Bilhassa yabancı biri Kürt yazarın bu yazdığını okuduğunda şüphesiz ki efsuni geliyordur. Kürtlerin içinde bulunduğu o ayrımı realizm ve efsuni arasında bırakmamış. Bundan dolayı ben de yazarlığa başladığım günden bu yana iki akımı da birlikte sürdürmeye dikkat etmişimdir. Lakin hangisi hayali hangisi gerçek ben bile tam kestiremiyorum. Elimden geldiğince iki tarzı da eserlerimde kullanıyorum.

‘Sobarto’ eserinizde insan bedenini küçümsüyorsunuz. Bunun sebebi, insanın ölüm karşısındaki çaresizliği mi?

Bana göre yazar üçüncü göze sahip olmalı. Yazarlar dışındaki herkes zaten olanları görüyor. Lakin üçüncü göz sahibi yazar, olanları kendi penceresinden ve bambaşka bir tarz ile aktarabilir. Eserlerimde hayali görünen olayları ben bizzat kendi gözlerimle görmekteyim. Yazının kısa, öz ve anlamlı söylemlere ihtiyacı var. Eserlerimde ‘Sürreal’ olaylardan söz ettiğimde ‘kafa bir yere uçar geri gelir, kollar artar vs.’ parantez içinde belirtmem gerekir ki  olaylar, gelişmeler gerçek ve hakikidir. Bu çerçevede bu görüntüleri kullanıyorum.

Eserlerinizde insan bedeni önemli bir noktada. İçerik belden başlayıp bedenin geri kalan kısımlarıyla süsleniyor. Bu süsleme Kürt coğrafyasının süslenmesi, organlar da Kürtler mi?

Bu soru aklıma bir hikâye getirdi. İlk kitabım olan Mêrê Avis (Hamile Adam)’ın başkahramanı sürekli amcası Hamdullah’tan söz eder. Amcası fakir ve muhtaçtır. Allah’tan razıdır ama. Başına ne gelirse ‘Elhamdulillah’ derdi. İki elle çalışmak ona yetmiyordu. Ona birkaç el gerekiyordu. İki elle yaşamını sürdürmek için çok çabalıyordu. İçinde bulunduğu durumu, yani 10- 15 el ile çalıştığı halde yaşamını idame etmesine yetmiyordu. Biz burada sanatsal bir hile katabiliriz. Hamdullah’ın haberi olmadan bedeninde bir sürü el türemişti. Yazar böylesi durumlarda yazınını renklendirmek için sahip olduğu üçüncü göz ile bu durumu farklı kılabilir. Yazar, olayları ‘kamera ve fotoğraf’ olmaktan çıkarıp sanat haline getiriyor. Ben eserlerimde bu tarzı yansıtmaya özen gösteriyorum.

Helîm Yusiv neden ‘Büyülü gerçekçilik’ tarzını seçti, bir yazar veya olayın etkisi miydi?

Çocukluğumdan bu yana okumaktan büyük keyif alan birisiyim. Okuduğum dönemler de realist yazarların eline bir kamera alıp olayları çekmesi hiç ilgimi çekmiyordu. Öte yandan sadece hayal ürünü eserler ki yazarın başı hangi göğün yüzünde, ayağı hangi kara parçasında belli olmayan bu tarz da beni etkilemedi. İçimde bir yer edinemediler. Yazmaya başladığım zaman her iki tarzı da yan yana getirmek istedim. Bunu kendim için bir sınav olarak görüyordum. Kendi kendime şöyle dedim: “Eğer ben iki tarzı yan yana getirir ve iç içe yansıtabilirsem kendimi bu konuda başarılı hissederim”. O dönem iki tarzı da birlikte işleme kararı aldım. Bugün bile çıkardığım her eserde bu sınavın korkusunu içimde taşıyorum. Şimdiye kadar başarılı mıyım değil miyim bilemiyorum.

‘Hezkirina Qafkurmî’ hikâyenizde insan mağlubiyetle doğuyor, bu dibe vurmuşluk neyin mağlubiyetidir?

Kürtlerin eski tarihi hikâyede biraz karmaşıktır. Hikâyenin kahramanının yaşı Kürt tarihinin başlangıcından o hikâyenin yazıldığı güne kadardır. Kişisel dibe vurmuşluktan çok Kürt halkının tarihte sürekli kaybetmesini, kara ve kör bir talihe sahip olmasını ele almak gerek. Hikâye kahramanı da kaderini değiştiremiyor, tıpkı Kürt halkı gibi. Bu hikâyenin bir yönü. Genel itibari ile Kürt kimliğinin dibe vurmuşluğu.

Kürt edebiyatı okurları olarak yeni eserlerinizin yolunu gözlüyoruz…

Evet, yeni romanım hazır. 2017 yılı içerisinde okurların elinde olacaktır. Hem Kurmanci hem de Sorani olarak aynı anda yayınlanacak.

Eserlerinizde ‘Ben ötekiyim’ vurgusunu ustalıkla işlemişsiniz. Almanya’da da Kürtler Türkiye, İran, Irak ve Suriye’deki gibi öteki mi?

Almanya’da durum Türkiye, Suriye, Irak ve İran’dan biraz farklı. Göçmen olarak buraya geldiğimizden dolayı. Almanya’ya ilk geldiğin zaman nereli olduğun soruluyor. Ben de Kürt ve Rojavalı olduğumu söylediğim zaman, önce biraz duraksayıp sonra; tamam Kürtsün ama hangi ülkenin Kürdüsün. Kayıt altına alınman için Türkiye, İran, Suriye veya Irak demen gerekiyor. Bu Kürtlerin devletsizliğinden kaynaklı. Yanlış anlaşılmasın Avrupa veya Almanya’nın sistemine bir eleştiri değildir. Kürtlerin buradaki durumunu aydınlatma amacı ile söylüyorum. Kimliksiz ve statüsüz bir kişi Almanya’da öteki değil, öteki olma durumuna bile sahip olamıyor. Öteki olmak bile Kürtlerin eline geçmiyor. Avrupa da, Almanya da yeni yeni Kürtleri, Kürt olarak tanımaya başladı. 17 yıldır buradayım ve ilk günden beri ne zaman bu konular açılsa aklıma Cegerxwin’in bu dörtlüğü gelir.

Ülkem ne kadar tanınırsa

Ben de o kadar tanınıyorum

O ne kadar pak ve güzelleşirse

Ben de o kadar pak ve güzelleşirim

Helîm Yusiv kimdir?

Helîm Yusiv, 1967 yılında Rojava’nın Amude kentinde dünyaya geldi. Halep Üniversitesi’nde Hukuk eğitimi aldı. 2000 yılından bu yana Almanya’da yaşamaktadır. Onlarca makalesi Kürtçe ve Arapça yayınlanan dergilerde çıktı. Eserleri Kürtçe, Türkçe, Arapça ve Almanca yayınlandı. Yayınlanan eserleri ise şöyle:

Mêrê avis, çîrok, (1991 Arapça, 1997 Kürtçe, 2004 Almanca).

Jinên qatê bilind, çîrok, (1995 Arapça, 1998 Kürtçe).

Mirî ranazin, çîrok, (1996 Kürtçe, 1998 Türkçe).

Sobarto, roman, (1999 Kürtçe ve Arapça).

Memê bê Zîn , roman, 2003 bi Kurdî.

Tirsa bê diran, roman, 2006 Kürtçe.

Gava masî tî dibin, roman, Diyarbakır 2009, Kürtçe, Lîs yayınları.

Romana Kurdî lêkolîn, 2011, Kürtçe, Ronahî yayınları.

Auslânder beg çîrok, 2011, Kürtçe, Lîs yayınları.

99 Morîkên Belavbûyî, roman, 2015, Kürtçe, Peywend yayınları.

Türkçe’ye çevrilen eserleri:

Ölüler uyumaz  Öykü- 1998 Avesta Yayınları

Dişsiz Korku Roman 2008 Evrensel Basım Yayın

Bas Gazetesi

Kürtlerin dişsiz korkusu: Helîm Yusîv, Kürt edebiyatında hatırı sayılır okur kitlesine sahip olan bir yazar.

10.04.2008

Helîm Yusîv, Kürt edebiyatında hatırı sayılır okur kitlesine sahip olan bir yazar. Yusîv, Kürt öykücülüğün başarılı isimleri arasında yer alıyor. Suriye Kürtlerinden olan yazar, ülkesindeki baskılar nedeniyle Almanya’ya yerleşmek zorunda kalmış. Yaşamını bu ülkede sürdürüyor. Kürtçe yazan yazarın Dişsiz Korku romanı ilk kez Türkçeye çevrildi. Rahmi Batur tarafından çevrilen roman, Evrensel Basım Yayın tarafından basıldı. Daha önce yazarın öykü kitapları da Türkçeye çevrilmişti.
Romanın Suriye ya da Türkiye’de Kürtlerin yaşadıklarına dair bir kesit sunduğunu söyleyebiliriz. Buna iki ülke daha ekleyebiliriz: İran ve Irak. Söz konusu ülkelerde Kürtlerin içinde bulunduğu durum ve yaşadıkları hâlâ bir insanlık trajedisi olarak sürmekte. Zira Yusîv’in kitabında anlatılan Suriye deneyimleri, bizim ülkemizin hiç de yabancısı olmadığı durumlar. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşananlar, benzerliği en açık biçimde ortaya koyuyor. Tabii bütün bunları düşündüğümüzde, ülkemiz coğrafyasında başlayan asimilasyon, mezra, köy, şehir isimlerinin değiştirilmesi, çocuklara verilen Kürtçe isimlerin yasaklanması bunlara örnektir. Yakın zamana kadar yönetenlerce Kürtlerin “dağlı Türkler” olduğu iddia edilirdi. Kendi dillerinde eğitimin bahsi dahi geçmemişti. Son yıllarda kimi kısmi düzenlemeleri dışarıda tutarsak, yine Başbakan’ın deyişiyle “düşünmezsen yoktur” denildi Kürtler için. Ama diğer yandan “insanlık suçu” işlenmeye devam ediyor! Burada Başbakan’ın Almanya’da “Asimilasyon insanlık suçudur” demesinin yaşananlarla ne kadar tezat olduğu da ortada.
Kürtlerin Araplaştırılması
2004 yılında Suriye’de Kürtler rejime karşı tepkilerini ortaya koymuş, yaşanan çatışmaların ardından onlarca insan ölmüştü. Bu olayların izlerini romanda bulmak mümkün. Kitap, adından da anlaşılacağı üzere, Kürtlerin yaşadığı korku ve korkunun nedenlerine dair kesitler veriyor okuyucuya. Ülkemizde nasıl bir Türkleştirme yaratılmak istenmişse Suriye’de de benzer bir durum yaşanıyor. Orada Araplaştırma politikaları ve tabulaştırılan ülke yönetim erki ve özellikle ülkenin başkanı, korkuların başında yer alıyor. Suriye’de yaşananları yazarın kaleminden iki alıntı ile aktaralım: “Öyle bir ülkede dünyaya geldim ki orada güneş bile korkuyla doğuyor ve daha büyük bir korkuyla batıyor. Yeni bir güne başlamadan önce, insanlar korkuyla kahvaltı ediyor. Her şeyden korkuyor ve yoruluyorlar. Korkuyla giyiniyorlar. Geceleri korku dolu rüyalar görerek uyanıyor, biraz su içiyor ve gördüklerinin gerçek olmaması üzerine Allah’a şükrediyor, tekrar yatıyorlar. Uyandıklarında, yeni günü yine kendilerini bekleyen korkuyla karşılıyorlar. Çocukluğumuzda, “bu çocuklar için korkuyorum” diyen anne babalarımız, biraz büyüyüp delikanlı çağına geldiğimizde, “gençliğini yaşamadan, başına bir bela gelir diye korkuyorum” demeye başlardı. Biraz daha büyüdüğümüzde ise “öleceğim ve bütün hasret içimde kalıp mezara gelecek diye korkuyorum” derlerdi.” (s.24)
“Özgürlük için sözde dedelerimiz Arap kardeşleriyle omuz omuza verdiler, o güzel Fransızları ülkeden çıkardılar. Sonra Arap kardeşlerimiz, bizi çok fazla sevdikleri için Araplaştırmaya çalıştılar ve bu aşırı sevgiden gözleri görmez oldu ve bize, “siz aslında yoksunuz!” demeye başladılar. Sonra bizi büsbütün duymamaya başladılar. Artık sadece onların diliyle konuşulduğunda duyabiliyorlardı. Bu sebeple ne desek, duymuyorlardı…” (s.49)
Romanın baş karakterlerinden Mûsa, Qado ve diğer arkadaşlarının, yaşadıkları ile bizlere Suriye’de Kürtlerin yaşadıklarına dair kesitler verdiğini yineleyelim. Yaşadıkları baskılar sonucu “çare” olarak yurtdışı görülüyor. Yurtdışına gitmek için kat edilen yol ve verilen mücadele ile birlikte bir kez daha korkunun izleri… Ki bu korku bütün yaşanan ilişkilerde belirleyici bir özelliğe sahip oluyor. Yazar, Dişsiz Korku romanı ile Kürtlerin yaşadığı korkularla yüzleştiriyor okuru.
Şerif Karataş

Balıklar Susadığında – Elend Aydın


Elend Aydın – 21.12.2017


“Ben Masî’nin odasının demir kapısıyım. Tanışıklığımız bu şehre yerleşmek istediği ilk günlere dek gider. Sahibimin kapılarının içinde bir kapıydım, ben de, kapının önünde sahibimle pazarlık yaptığında…”

Kalemi şahsında Kürtçeyle gurur duyup kanatlandığım sevgili Helîm Yûsiv’ın Demir Kapının İtirafları adlı bölümü böyle başlar. Zaten kitabın adı da diğer kitapların adları gibi içeriğe uygun olarak vurucudur: “Gava Ku Masî Tî Dibin” (Balıklar Susadığında). Masî (balık) elbette ki kahramanımızdır ve sürrealist olan sevgili yazar, karakteri Masî ile realizmle de çok at koşturmuş, yıldız tozu ve kül serpiştirmiş. Cümlelerini okurken; “en çok derinliklerinde kaybolmak istediğim kir kaç kitaptan biri” dediğimi fark ettim kendime. Kürtçenin bir Samanyolu olacaksa/varsa onu, Helîm Yûsiv’siz düşünmek mümkün değil. Bir de okurken, gözlerimin hep yazarı aradığını fark ettim. Neler sormazdım neler! “Bir gün olmak zorunda bu”, deyip geçeyim şimdi.

“Ben o kara köpeğin ta kendisiyim, hakkında binlerce öykü ve rivayet anlatılan(…) İçinde kırılan camlarının sesinin yükselmesini ya da burnunun bir damla kanla kanamasını bekledim ama ikisi de olmadı. Başını elleriyle sımsıkı kavradı ve feci bir ağlamaya tutuldu. Oturup ağladı, durmadan ağladı. O gece evde de yemek yemedi Masî.”

Kahramanımızın Kuzey Kürdistan’dan gelen bir kıza aşık olduğunun haberini Bozo (köpek) böyle verirken, Evin û Mar Cêwi Ne, yani Aşk ve Yılanlar İkizdir diye başlayan bölümde yılan dereye girer.

“Bir yılanı görmek, akla ya ısırılmayı ya kaçmayı ya da öldürmeyi getirir. Aşk da böyledir, insan olmadığını zanneder, ama zehir kana karıştığında, acı ya da öldürmek baş gösterir. Aşkın var olduğuna o zaman inanırsın… Zaten aşk da yılanlar gibi, bazen kendini yeniler, bazen de kışa yakalanıp donar, büzüşük ve sessiz kalır.”

Sağır Dilsiz DoğmuşumKaderin Başındaki ŞapkaOkunmayan KitapYüreği Parçalayan SınırKoltukaltındaki MuskaYaşlı Generalin DükkanıYaralar Sahiplerinin Ayaklarını YerEvin Kapısı Mı, Yürek Kapısı MıAyaksız YolculukMasî’ye Benzeyen YılanDağları Yiyen General vb. başlıklarla örülmüş bu muhteşem Kürtçe romanda her cümle, ruhta tüy hafifliğinde bir yankı bırakır, her paragraf yalınayak koşturabilecek kadar sarar okuyucuyu, okuma yolunun patikalarında.

Kalbindeki fırtınalarla gerilla da olan Masî (ki, aslında “Masî kimdir?” sorusu “Herkes ve her şeydir” diye de cevaplanabilir) pusuda kaybettiği yoldaşına verdiği söz üzerine ailesini ziyarete gider. Ama mezar yerini soran aileye sadece; “Li kêleka kevireki mezin!” (Büyük bir taşın yanında) der. Doğal olarak aile anlamayarak sorar: “Nerede?” Masî şöyle cevaplamak ister: “Masî Kürdistan dağlarının taşlarından birinin yanında diyecekti ama Kürdistan adını söylemenin suç olup yasalarına göre ağır cezalara neden olabilecek bir ülkede olduğunu hatırladı. Bu ülkenin her taşı gibi o taş da bir canfedaya mesken oldu demek istedi ama sözler kurumuş boğazında asılı kaldı ve bir şey istedi.”

Nitekim Rêwitiya Bêling adlı bu bölümün sonunda muska bize şöyle der: “İlk kez Masî’nin gözbebeklerinde dalışlar yapan ölüm kuşlarından korkuyordum”.

Okurun beden ve ruh kimyasını değiştirmek kadar sarıp sarmalayan kitap; kapı ile, taş, yılan ya da Mas’i ile olsun, yürek çarpıntılarını okuyacak kadar yakınlaştırır.

“Sınırın bu tarafında tutuklanma, öbür tarafında tutuklanma” dediğinde Berfin, Masî ile aralarında çok tanıdık bir diyalog geçer:

“Masî: Bence artık peşini bırakmazlar

-Beni korkutabilecek bir şey kalmadı. Bundan sonra bize ne yapabilirler ki. Ellerinden geleni artlarına koymadılar.

Masî: Yapmadıkları bir şey kaldı.

-Nedir ki?

Masî: Biz hala hayattayız. Bazen sadece dilimizden ve taleplerimizden değil, varlığımızdan da rahatsızlar gibime geliyor. Düşmanlıktır bu düşmanlık.”

Yûsiv’in eserlerindeki en çok sevdiğim yönlerden biri “Fildişi kuleden” yazmıyor olmasına rağmen mağdurun tekrara ve vıcık vıcık bir feryat-figana, kişiliksiz ve boynu bükük diline düşmüyor oluşudur ki, bu duruşunu gerçek hayatta da oldukça güzel “yazıyor”. Yani yazarken de yaşarken de böyledir. Şükürler olsun bu Amûdê’li Kürdistan’a. Kusursuz bir redaksiyon ve mizanpaj (çünkü maalesef kimi kitapların, özellikle de Kürtçe olanların, “bakkal defterine benzediği” tespiti yerindedir.) ve Pirtîkxana E. Xani (E. Xani Kütüphanesi) Boraboz şiir dizisi gibi müthiş projeleriyle Kürtçe yayıncılıkta (keza çevirilerinde de) tez zamanda baharı getirebilmiş Lîs’e bir selam çakmamak olmaz.

“Herkes kendi başının derdindeydi. Masî her iki sağlam ayağıyla gittiğinde herkes kendi telaşındaydı, ayaksız döndüğünde herkes kendi telaşındaydı. Kalbi her şeyden soğumuştu ama Berfin’in ayak sesleri kulaklarına ulaştığında her şey altüst oldu… Kapı sesi geldi ama ses kapıdan değil kalbindedendi”.

NOT: Bu kitabı Kürtçe okumak lazım tabi. Simko’nun torunu Dilan’la sesimizi evrende yankılatmak istercesine sesli de okuduk mesela, harikaydı. Orijinal dil olayı fena halde geçerli zira.

Balıklar susadığında – Roman

Gava Ku Masî Tî Dibin romanı üzerine yazılanlardan bir seçki

Yaşadığım sürece H.Yûsiv’in Masî’sini unutmayacağım. Unutulmamak bir romanın başarısının en açık göstergesidir. Dastoyevsky’nin Prince Myshkin ve Rascolinov’u gibi, Rolvayi’nin Juan Birthiado, Herman Melville’nin Ahab’ı, G.G.Marquez’in Arkadio Buendia ve Florentino Aretha’sı gibi, Helim Yûsiv’in Masî’si de unutmayacağım karekterlerden biri olacak… Romanın katmanlı dili, farklı uslüb denemeleri, savaş dili, yalnızlık dili, aşk ve itiraf dili, sadakat ve dostluk dili, ölüm dili… Yazarın başarılı bir biçimde, okurun monoton, teksesli bir dille yorulmaması için kullandığı zengin uslüp ile okurun bir an için bile kitabı elinden bırakmasına izin vermiyor…

Ehmedê Huseynî  – 22/05/2010 – Azadiya welat

Bu romanı okuduğunuzda, Kürt edebiyatının vardığı düzeyi fark ediyorsunuz. Kurgusuyla, diliyle ve eksiklikleriyle bu romanı çağdaş dünya edebiyatında tartıya vurabilirsiniz. Kitaplığımdaki iyi

 romanlar arasında yerini alacak…

Ferzan Şêr – 11/3/2009 – netkurd.com

Masî’nin kendisi bir halktır, yazar, Masî ile aramızda hiçbir farklılığın olmadığını gösteriyor. Uataca kurgulanmış bir roman…

Ezîz Xemcivîn – 02 Adar 2009 – Avestakurd.net

Humanist, derin bir duyguyla Kürt halkının acılarını yansıtıyor ve okur nezdinde kendisine özel bir yer açıyor. Kürt romancılığında özel bir yeri olacaktır…

Dr.Zara Brahîm – 04.03.2009 – welateme.net


Bu romanı elime aldığımda, bir maraton koşucusu gibi, bir an için elimden bırakmadan ipi göğüslemeye koşar gibi okudum… Bence bu roman yazarın en başarılı eseridir…

Newaf Mîro  – 22.01.2009 – Avestakurd

H.Yûsiv’in Sobarto romanı Arapça’ya tercüme  edildikten sonra, özellikle Suriye’deki Arap ve Kürt aydınları arasında çok tartışıldı. Sadece basında değil, uzun bir süre özel sohbetlere de konu oldu ve sanırım, bu başlı başına bir roman için başarıdır. Yazarın son romanı Gava Masî Tî Dibin de yine  aynı heyecanla karşılandı… Yasîn Hisên – 02.02.2009 – rojava.net

Öyle doğal ve kolayca Masî ile arkadaş oldum ki, onu bir roman kahramanı olarak değil, canlı kanlı bir dostum olarak seviyorum… Masî, susuzluğuma kendi susuzluğunu ve dertlerini de ekledi… Maniyêl Broka Avestakurd – 23 Mijdar 2008

Nazım Hikmet derya içinde olup deryadan bihaber balıktan söz eder ve bu bir çok durumda birçok halkın halini anlatıyor olsa da, Kürtlerin durumuna denk düşmüyor. Fakat H. Yûsiv’in Masî ironisi, Kürtlerin irin bağlamış yarasına neşter oluyor…

Behlûl Zelal – diyarname.com – 07.10.2008

Romanın dili, göneşe dönük bir gül gibi, ağır ağır bize dönüp, usulca gülümsüyor…

Hesenê Dewrêş – Netkurd.com – 16/11/2008

Yazar kendi tarzını, kurgusunu, yalın, zengin diliyle sürdürüyor… Romanı okuduktan sonra, insan kendisini daha önce gerçekleşmemiş, gerçek bir dünyanın olayları içinde çırılçıplak görüyor…

Dîlawer Zeraq  diyarname.com – 12.10.2008

Ben bu romanı sevdim. Dilini, kurgusunu, kahramanını sevdim. Demir kapının alegorisini sevdim, ‚kaderin başındaki külah’ın ironisini sevdim ve ister istemez Masî’yi sevdim… Sobarto ve Dişsiz Korku’dan sonra, H.Y. Gava ku Masî Tî Dibin ile edebi yolculuğunda direksiyonu romancılığa kırdığını gösteriyor. Şüphesiz o artık Kürt dilinin büyük bir romancısıdır…

Alî Fîkrî IŞIK – Netkurd.com – 12/11/2008

Halim Youssef’a Kamışlı’da Onur ödülü`ne layık görüldü – Suriye 18.06.2021

Halim Youssef’a Kamışlı’da Onur ödülü´ne layık görüldü – Suriye
18.06.2021
Batı Kürdistan Aydınlar Birliği HRRK Yedinci Konferansı Suriye’nin kuzeyindeki Kamışlı şehrinde gerçekleştirildi ve konferansta Kürt yazar Halim Youssef onurlandırıldı.
Ödül Mizgin Kamo tarafinda alindı.

Stutgart’ta güzel bir gün, İbrahim Seyo ve Kurdistan 24 ile (Kürt edebiyatının Kafkası)-Vidyo -Kürt yazar Helim Yûsiv Pencereya Kurdi’nin konuğuydu

-Babam bana “Oğlum nedir bu yazılar, seni evlendireyim. Sana bir pikap da vereyim, zaten toprağımız var, ekip biçersin” dedi. -Ya babamı dinleyecektim, ya da “Ben gidiyorum” diyecektim.