halimyoussef – Halim Youssef

Helîm Yûsiv, Hollanda ile Almanya’daki Ava Yayınlarının hazırladığı Kürtçe kitap sergisine katılıp kitaplarını imzalarken.

Ava Yayınlarının Birinci kitap sergisi Hollanda’nın Arnhem kentinde, 10.07.2021 de düzenlendi.

Aynı zamanda Almanya’nın Saarbrucken kentinde pazar güzür 11.07.2021 de devam etti.

Kürt yazar Halim Youssef, Almanya’da Kürtleri, Arapları ve Almanları bir araya getirdi

(Vatan kaybetmek) 15.05.2018 – Wuppertal – Schuspielhaus

Wuppertal şehrinin Oberhaus ve Schauspielhaus ile işbirliği içinde yürüttüğü “Şehrin Sesi” projesi kapsamında yazar Halim Youssef, “Vatan Kaybı” başlığı altında edebi ve sanatsal bir akşam düzenliyor.

Kürtçe Rudaw videosu

https://www.rudaw.net/kurmanci/culture/160520182?fbclid=IwAR1Yn1Xp7VXaJyoFOactQCnWJ4QCUagnG-9Bz5o2Fni6iG7rmPTUyT-wlXs

Kürt edebiyatı yatağını buluyor

Şerif Karataş – 2016

Kürt edebiyatının önemli isimlerinden Suriyeli yazar Helîm Yûsiv Türkiye’deydi. 26. TÜYAP Kitap Fuarı’na Uluslararası PEN Türkiye Merkezi’nin davetli olarak fuardaki programına katıldı. Yûsiv’le yaptığımız görüşmede Kürt yazar ve çevirmen Kawa Nemir yardımcı oldu. Sorularımızı yanıtlayan Yûsiv, Kürt edebiyatının önündeki engellere dikkat çekti. Yûsiv, olduğunu söyleyerek akışını sürdüreceğini kaydetti.

Olası Kuzey Irak’a yönelik sınır ötesi operasyona karşı olan Yûsiv, “Bir serap peşinde koşmaktır. Binlerce değil, milyonlarca asker gönderse de çözüm olmayacaktır” dedi

Son yıllarda Türkiye’ye gelerek çeşitli etkinliklere, festivallere ve son olarak da  26. TÜYAP Kitap  Fuarı’na katıldınız. Bir Kürt edebiyatçısı olarak, Türkiye’ye ait gözlemleriniz nelerdir?

 Benim geliş gidişimin asıl nedeni edebiyattır. Her gelişimde neyin değiştiğini gözlemeye çalışıyorum. En çok ilgimi çeken Kürt edebiyatı üzerinde yapılan çalışmalar oluyor. Onları  takip etmeye çalışıyorum. Son yıllarda çok sık gelmeye başladım. Bu geliş gidişler arasında bir iki yıl bir zaman oluyor. Zaman aralığını az olmasından dolayı yaşanan değişimleri çok fazla gözlemleyemiyorum. ‘90’lı yıllardan Türkiye’de Kürt Edebiyatı’nın gelişimini izliyorum. Çeşitli reformların uygulanmaya başlanacağına dair haberler bizi çok umutlandırmıştı. Kürt edebiyatının gelişeceğini sanıyorduk. Öyle olmadı. Kürt edebiyatının elde olan imkanları daraltıldı. Bunlar siyasi kazanımlara angaje olduğunu gördük.

Bu reformları göstermelik olarak mı değerlendiriyorsunuz?

Öyle gördük. Reformların siyasettin yaptığı bir makyajdı. Aslında özünde bir gelişme değildi. Bir taraftan Kürt dilini milyonlar kullanıyor. Bir halk için bunlar tabi yetersiz. Kürt edebiyatının, dilinin gelişmesi için imkan yaratmadı. Yaratması da beklenemezdi. Yapılan siyaseti hoş göstermeye yönelik makyajdı. Özünde gelişme değil, sözde yapılanlardı. Bunun çözümüne yönelik Avrupa’da birçok örnek var. Türkiye’nin bunları örnek alması gerekir. Bu yönde atması gereken adımlar var. Bunlar arasında Belçika modeli var. Kürtçe’nin resmi dil olması gerekir. Kürtlerin yaşadığı yerlerde bunun eğitim dili ve resmi dil olması gerekiyor. Çözüm de basit. Bunun içinde birilerin birilerini öldürmesine de gerek yok. Avrupa’da uygulanan modeller uygulanırsa bu Kürt edebiyatı için kazanım olur.

Demokratik açılımlar ve daha özgürlükçü bir ortam Kürt edebiyatının da gelişmesinin önünü açacaktır değil mi?

Şüphesiz. Dediğimiz gibi olursa dil kendi toprağı üzerinde yeşerir. Rahatça gelişimini sürdürür. Yasaktan da kastım şu; sürekli ortada bir yasaktır dolanıyor…. Bir dilde eğitim yapılmaması, onun yasak olması demektir. Bu da şuna benzer: Bir gül ağacına giden suyun kesilmesi gibi. Gül orada kuru mudur değil midir kimsenin umurunda değil. Bir dilin suyu çağımızda ‘eğitim’dir. İnsanlar kendi dilleriyle eğitilmiyorlarsa, o dil kurur gider  insanları gibi. Bütün beleği, tarihi silinir o toplumun. Yasak budur işte… 80 yıldan fazla Türkiye’de  bu böyledir.  Bu yasakçı zihniyetin çoktan kalkması gerekiyordu.

Kürt edebiyatına yönelik Türkiye’de birçok gelişme yaşanıyor. Kürtçe dergiler, gazeteler çıkıyor. Aynı zamanda yayınevleri kuruluyor. Ya da yayınevleri Kürt edebiyatına yönelik eserler yayımlıyorlar. Bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yüzde yüz olmasa da çoğuna ulaşmaya ve takip etmeye çalışıyorum. Az önce anlattığım kötü manzaraya karşı bunlar beni biraz da iyimser yapıyor. Yasağı sürdürmeye çalışanlar şunu söylemek istiyorum: Sizin yasakçı zihniyetiniz Kürt edebiyatının önünde engel oluşturamaz. Kürt edebiyatı bir yolunu bulup devam edecektir. Kürt edebiyatı yatağını bulan ırmak gibidir. Artık yatağını bulmuştur. Hiçbir engel tanımıyor. İlerliyor. Eğer bu alanda yaşanacak gelişme olursa herkesin faydası olur. Hepimiz yararlanacağız. En azından daha az insan ölecek. Bunu Kürtçe bir meselle ile kapatmak istiyorum. Kürtler derki: “ot asla kaya ya da taşın altında kalmaz bir yolunu bulur çıkar, olmazsa taşı delerek çıkar.” Kürtçe 80 yıldır bir kayanın altında tutuluyor. Yaşananların özünde de budur. Bu otun taşın delmesine gerek kalmadan üzerindeki kayanın ya da taşın kalkması ve rahatça yeşermesinin sağlanması gerekir.

Son olarak, Türkiye’de günlerdir Kuzey Irak’a yönelik olası bir sınır ötesi operasyon tartışılıyor. Bir Kürt edebiyatçısı olarak buna yaklaşımınız nedir?

Kanımca yaşanan ve gündemde tutulan sınır ötesi operasyon hayalperestliktir. Bir serap peşinde koşmaktır. Binlerce değil, milyonlarca asker gönderse de çözüm olmayacaktır. Kürtler her tarafta var. Kürt toplumları Çin’e kadar  yayılmıştır. Çözümü orası değil. Kalıcı çözümün yeri değil Kuzey Irak. Bir tek ben değil  dünyada aklı başında olan herkes bunu diyor. Türkiye’deki siyasetçiler ve siyasi anlayış beni şaşırtıyor. Hayretlere düşürüyor. İdeolojileri yüzünden psikolojik olarak rahatsızlıklara gebeler. Yani bu psikoloji ve anlayışları yüzünden Türkiye’deki ve sınırındaki Kürtleri kabul etmeme adına sınır ötesi operasyonda ısrar ediyorlar. Buna ilişkin olarak sekiz askerin serbest bırakılmasını örnek vereceğim. Türkiye’den  DTP’li üç milletvekili ve güneydeki Kürt yöneticileri gidip askerleri aldılar. Bunları görüntülerde izledik. Türkiye başbakanı Amerika ve Irak’a teşekkür ediyor. Washington ve Bağdat’a teşekkür ediyor. Yanındaki Kürtleri görmüyor. Onların çabalarına teşekkür etmiyor. Bu da psikolojik olarak rahatsız olan bir anlayışın bir ürünüdür. Başka bir şey değildir. Onlara öğüdüm gidip tedavi olsunlar. Anlamıyorlar, ideolojileri yüzünden psikolojik olarak rahatsızlar

Ölüler Uyumaz – Muhsin Kızılkaya

VİRGÜL 9, Haziran 1998, s. 47-49

Helîm Yûsiv
Ölüler Uyumaz
Çev. Rahmi Batur
Avesta Yayınları
1998, 117 s.
Helîm Yûsiv
Mêrê Avis
Avesta Yayınları
1997, 184 s.

Arap ve Fars etkisinde başlayıp, tarihin hiçbir döneminde kendi tarzını, üslûbunu, özgünlüğünü, burada sayamayacağımız birçok nedenden dolayı bulamayan, klasik dönemi dışarda tutarsak, özellikle 1970’li yıllarda yer yer serpilen, 1990’lı yıllarda büyüyen, ama hiçbir dönemde gürbüz bir karaktere kavuşamayan Kürt edebiyatı alanında verilen örnekler, romandan hikâyeye, hep siyasetin etkisinde kalarak yazıldı bugüne kadar.

Yazıldı da ne oldu?

Edebiyatı, siyasal mücadelenin bir aracı olarak görüp buna göre yazan birçok kişinin başına ne geldiyse, onların başına da o geldi. Öyle ki, bu örneklerin büyük bir kısmı şu anda, yasak bir dille yazılmış olmalarından başka hiçbir edebî değer taşımayan kitaplar olarak arşivlerdeki yerini koruyorlar.

Bunun çeşitli nedenleri var.

Birincisi, Kürt edebiyatı adına yazılanların büyük bir kısmı, öncelikle Kürtlerin ikinci dili olan, ama zamanla kullanıla kullanıla, yazılı iletişimde ana dillerinden daha baskın bir karakter kazanan Türkçenin etkisiyle yazıldılar. Daha doğrusu, Kürtçe yazanlar, etkilendikleri yazarların temalarından da etkilenerek, o temalara çok fazla müdahale etmeden, Türkçe okuduklarını (bunların içinde Bulgar partizan romanlarını, Vietnam savaşını anlatan “şafak” romanlarını özellikle anmak gerekiyor) olduğu gibi kendi dillerine tercüme ettiler.

Türkiye’de 1970’li yıllarda altın çağını yaşayan Köy Romancılarının romanlarında “baş çelişki”, “ağa ile öğretmen” arasında vücut bulurken, Kürtçe yazanlar için de değişen bir şey yoktu; onlar da etkisinde kaldıkları yazarlar gibi aynı alana giriyor, sadece zaman zaman öğretmenin yerine halkı, ağanın yerine devleti koyarak Kürtçe yazıyorlardı.

Çünkü iki kesim de aynı kaynaktan beslenmişti. Türkçe yazanların büyük bir kısmı Marksizmi kaba bir popülizm olarak anlarken, Kürtçe yazanlar da romanı, hikâyeyi, şiiri, kısacası edebiyatı “devrimin hizmetinde bir bilinçlenme aracı” olarak görüyorlardı, birçok Türk meslektaşları gibi. Onların da romanlarında, hikâyelerinde kimi zaman bir çobanın kavalı silah oluyor, kimi zaman bir dengbêjin yanık sesi kurşun olup sömürgecilerin yüreğine saplanıyordu. Veya bir halk âşığı, bir anda direnişin öncü gücü haline gelebiliyordu.

Yüzyılın başında ülkesini terkedip, daha sonra yeni Cumhuriyet rejimi tarafından yurttaşlıktan atılan ve çoğu Şam, Kahire gibi Arap başkentlerinde ilk Kürtçe dergi ve gazeteleri çıkaran, ilk Kürtçe edebî ürünleri veren aydınların, yazarların da ürünlerine baktığımızda çok farklı bir tabloyla karşılaşmıyoruz. Onlar da yazdıklarını siyasi bir temel üzerine oturtuyor, bütün yazı serüvenlerini “kurtuluş” için siyasi reçeteler bulma üzerine kuruyorlardı. Kürt toplumu hastaydı, o hastalığı tedavi edecek ilacı bulmak için romanı, hikâyeyi, şiiri kullanıyorlardı.

“Hawar geleneği” diye tarihe geçen bu geleneğin başlangıç yılı 1932’dir. Bu tarihte Celadet Bedirhan tarafından Şam’da çıkarılan Hawar (İmdat) dergisi etrafında biraraya gelen Osman Sabri, Kadri Can, Nurettin Zaza, Cegerxwin gibi aydın-yazar ve şairlerin tümü siyasi mücadelenin içinden gelen aydınlardı. Onlar önce siyasetçi, sonra yazar-sanatçıydılar. İki elbiseleri vardı onların; geceleri Şam’ın gizli, kuytu evlerinde biraraya gelip isyan planları yaparken, parti kurarken siyasi elbiselerini giyiyor, gündüzleri de edebî ürünler vermek için matbaa-kâğıt peşinde koşarken yazar giysilerine bürünüyorlardı. Siyaseti asli görevleri olarak görüyorlardı; edebiyatı da bu siyasi mücadelede bir araç…

Bu geleneksel siyasi duruş, bu tarihten itibaren Kürt edebiyatına etkisi uzun yıllar sürecek bir mühür bastı; artık edebiyatın akış yolu belliydi, güzergâhı belirlenmişti. Sözünü ettiğim yazar-aydınlar bir “büyük dava”nın savunucusuydular ve onlara göre bu “büyük dava” aynı zamanda, beraberinde bir “büyük edebiyat” getirecekti. Kaybolan bir tarih vardı, parçalanmış bir ülke vardı. Çaresiz, ezilmiş, horlanmış, dili yasaklanmış bu mağdur halkı uyandırmak gerekiyordu. Onlara göre edebiyat büyük bir silahtı, silahların içinde en etkili silah -ve edebiyat, devrimi çok hızlandıracaktı. Bu inanç, 1990’lı yıllara kadar bu mesele üzerine kafa yoran, bu mesele üzerine kalem sallayan birçok yazarı, sanatçıyı, şairi etkiledi. Onların elinde gerçekten de çok ham, şiire çok yakın, büyük bir edebiyata kaynaklık edebilecek bir malzeme vardı, ancak asıl sorun bu malzemenin değerlendiriliş biçiminden kaynaklanıyordu. Yani çağdaş edebiyatın olmazsa olmaz kuralı olan “neyi anlattığın değil, nasıl anlattığın” da… Ve galiba bu soruyu çoğu kişi kendine pek sormadı.

1980’li yılları, “titreyip kendine gelen” birçok Kürt yazar için bir kuluçka dönemi olarak nitelendirebiliriz. Bu dönemde başlayan “silahlı eylemler”, Kürt cephesinde emir yerine geçen birçok “talimata” rağmen, kendi edebiyatını çağdaş ölçüler içinde değerlendirilebilecek bir edebiyat düzeyine yükseltemedi. Bu alanda özellikle şiir ön plana çıktı, tarihte yaşanmış birtakım isyanlar şiirleştirildi; Şeyh Sait isyanı gibi, Dimdim Kalesi olayı gibi ve en önemlisi Halepçe katliamı gibi… Bu katliamlarla ilgili yazılan şiirleri, destanları bugün, Helîm Yûsiv’ın deyimiyle “şiirde Halepçe katliamına benzer bir katliam” olarak nitelendirmek, şiir-destan yazarlarına haksızlık olmayacak sanırım. 1970’ler edebiyatı, bu dönemde ortaya çıkan yeni edebiyatın yanında çok “hafif”, çok “yumuşak”, çok “naif” kaldı. O dönemde halka yazılan methiyeler, bu kez yerini “kaleşinkof güzellemesine” bıraktı ve edebiyat daha da radikalleşti.

“Güzelliği yaratmaya aday gerilla” temasının dışına çıkarak farklı ürünler vermeye aday yazarlar da bu kez, “kurgu”, “düş gücünün kudreti”, “bilinçaltı”, “psikolojik derinlik” ve “insanın ruh hali” gibi modern edebiyatın olmazsa olmaz temaları yerine, “bizim bu tür şeyleri anlatma lüksümüz yok, bu halk henüz bu tür kurgu şeyleri okuyacak kadar olgunlaşmadı, öncelikle önümüzde, anlatılması boynumuzun borcu olan acılı bir tarih var” diyerek, önemli bir kısmı tarihi-biyografik malzemeye sığındı. Bu malzemeden modern roman yaratma üzerine de en çok Mehmed Uzun çalıştı, kafa patlattı. Birbiri ardına, Vanlı Memduh Selim Bey, Celadet-Kamuran Bedirhan kardeşler gibi bir dönemin önemli Kürt aydınlarının trajik hayatlarını, sürgünlüklerini, yalnızlıklarını anlatan romanlar yazdı. Ta ki beşinci romanına kadar… Ancak altıncı romanı olan Ronî Mîna Evînê, Tarî Mîna Mirinê (Aydınlık Aşk Gibi, Karanlık Ölüm Gibi, Avesta Yayınları, 1998) romanında kurgu malzemeye el atabildi. Ancak bu “kurgu malzemenin” harcı da büyük ölçüde, şu anda yaşanan savaştan alınmaydı.

Mehmed Uzun’un romandaki çabasına hem benzer hem de çok farklı bir kulvarda gelişen, şimdilik hikâye alanında bir çaba, bu kez Türkiye sınırlarının ötesinde görülmeye başlandı. Orada yaşayan Kürtlerin “hat altı” dedikleri yerden, Suriye’den… Bir hikâyeci. Kendi ülkesinde, üç hikâye kitabının ikisi Arapça yayımlanmış, aynı hikâye kitaplarından ikisi Mêrê Avis (Gebe Adam) ile Mirî Ranazin (Ölüler Uyumaz) İstanbul’da Kürtçe yayımlandı, Ölüler Uyumaz Rahmi Batur tarafından Türkçeye de çevrildi, Jinên Qatên Bilind (Yüksek Katlardaki Kadınlar) adlı hikâye kitabı ile Sobarto adlı romanı da Avesta’nın 1998 yılı yayın programında… Bu genç yazarın adı Helîm Yûsiv… Halep’te Hukuk öğrencisi ve 1967 yılında Amûdê’de dünyaya gelmiş.

Helîm Yûsiv, Kürt edebiyatında şimdiye kadar pek rastlanmamış, pek sesini duyurmamış, farklı bir yazar. Hem farklı hem de çok özgün… Yukarıda kısaca, Kürt edebiyatının gelişim serüveninden kendimce bazı satır başlarını yazarken, bütün derdim, Helîm Yûsiv’ı bu genel belirlemelerin dışında bir yere oturtmak istememdi. Çünkü Helîm Yûsiv’ın, “edebiyatı halkı bilinçlendirmede bir araç olarak kullanma” gibi bir derdi yok ve sanırım derdi daha derinlerde, daha çok kendisiyle…

İyi yazar meselesi olan yazardır diye düşünüyorum. Meselen varsa ve o meseleyle ilgili cümleler kurmak istiyorsan oturur kurarsın o cümleleri. Ve o cümlelerden balyoz olmalarını, kaleşnikof olmalarını beklemezsin. Kendisiyle meselesi olan yazar, her şeyden önce oturur kendisi için yazar, sözünü alçak perdeden söyler ve yazarken onları okuyup bilinçlenecek milyonlarca insan hayal etmez; tıpkı oturup karabasanlarını, düşlerini sadece kendisi için yazan Kafka gibi… Meselesi olan yazar, meselesini bir romanla anlatır kimi zaman, kimi zaman da bir hikâyeyle, bir şiirle… Meselesi olan yazarın hayal dünyası karmaşıktır, dünyayı sıradan insanların gözleriyle görmez. Bizim için çok sıradan, olağan olan şeyler onun için hiç de sıradan değildir ve belki de çok karmaşıktır. Eşyanın psikolojisine dalar, oralarda derin düşler görür. Meselesi olan yazar, meselelerini her şeyden önce kendine anlatmak için cümleler kurarken, kendisini rahatsız eden soruların cevaplarını bulduğunu sanır. Ama yazdıkça, aradığı soruların cevapları yerine, her cümleyle birlikte yeni sorular sorduğunu farkeder. Aranan her cevabın yerine bir yeni soru gelir ve bu böyle sürer gider. Yazı canını acıtır onun, yalnızlık çeker. Kendi dünyasında şahsi dramlar yaşar, kendi küçük meselelerini, toplumun genel meseleleri olarak görmez. Büyük savaşlarda ön saflarda çarpışmayı hayal etmez, kitle önderliğine soyunmaz, kurtuluş için yaratılan ve her toplumsal yaraya iyi gelen sloganları yoktur onun; büyük yangınlarda ateşe ilk atılacaklardan biri olduğunu aklından çıkarmaz. Bu tür yazarları “vahşi” yazar olarak nitelendirir bir yazısında Murathan Mungan…

İşte Helîm Yûsiv, bu tür “vahşi” yazarlardan biridir. Meselesi olan bir yazar… Ve o meseleyi bir cümleye sığdırabilen bir yazar…. Öykülerinde, yaşamakta ayak direttiğimiz, kimimizin maddi beklentilerle ördüğü, kimimizin umut dolu bir gelecek beklediği hayatın, insanın damağında acı bir tad bırakan ironisi var. Karşılaştığımız şeyleri normal görüyor, onları normal insanların algıladığı biçimde anlamlandırmaya çalışıyoruz aslında çoğumuz. Oysa o, bir yazar olarak daha çok “normal nedir?” sorusunun peşindedir ve öykülerinde alttan alta okunan metin, bu sorunun çeşitli cevaplarıyla doludur. Ama yazarın bulduğu her cevap, aslında henüz yanıtı bulunmamış bir sorudur.

Emekleme döneminde olan, yazısı okullarda okutulmayan, eğitimle öğretilmeyen, insanların kendi kişisel çabalarıyla, kâh şu kitaptan, kâh şu broşürden öğrendikleri bir dilin yazarlarının bir anda, (üstelik toplumcu gerçekçi akımı çok yanlış anlayıp halk hikâyelerini edebiyat sanan bir gelenekten süzülerek) insanoğlunun varoluş sorununa bu kadar derinden inen kentli yazarların dünyasını paylaşmaları kolay mıdır bilmiyorum, ama Helîm Yûsiv’ın öykülerini okudukça, belki yaşadığı Suriye’nin Amûdê kentinin karabasanları anımsatan atmosferinden, belki de Tanrı vergisi bir düş gücünün kudretinden olsa gerek, Kürtçenin imkânlarıyla eşyaya bir hareket kazandırdığını, delileri akıllandırdığını, ölüleri dirilttiğini, keçileri konuşturduğunu, yüzyıllar önce ölen Ehmedê Xani’nin Mem û Zîn kitabının erkek kahramanı Mem’i mezarından çıkarıp bugünün Cizresine getirdiğini, erkekleri gebe bıraktığını görüyoruz, sanki bu dille bin yıldır böylesi gerçeküstü hikâyeler yazılıyordu da biz okumamıştık dedirtircesine dili ustalıkla, yalın, basit ve gündelik kullanarak…

Halbuki öyle değildi. Kürtçe yazanlar, “bu tür sıradan şeyleri yazmanın sırası değil” mazereti arkasına sığınarak, duygularından arındırdıkları, zaaflarını görmedikleri bir halka methiyeler diziyorlardı şimdiye kadar. Bir yerde haklıydılar da… Çünkü akranları olan Türk münevverlerinden böyle görmüşlerdi. Türk münevverleri tarafından Cumhuriyet’in ilk yıllarında halkı bilinçlendirmek için az kitap yazılmadı. Köyü yeniden keşfetmek için az turistik seyahate çıkılmadı. Yazarlar büyük kentlerde oturup “gitmeseler de görmeseler de” o köyleri kendi köyleri olarak az görmedi. Kültüründen beslendikleri egemen kültürün münevverleri böyle yapar da, aynı gelenekten gelen Kürt münevverleri boş durur mu? Onlar da kendi yazılı kültürleriyle tanışır tanışmaz akranları gibi sarıldılar kaleme.

Şimdi yeni yeni farklı sesler çıkmaya başlıyor ve birileri artık alçak perdeden bile olsa, “Ben 30 yaşıma kadar korkularla büyüdüm. Gece uyurken korkunç masallar anlattılar bana. Evde babam korkutuyordu. Sokakta polis korkusu vardı, okulda öğretmen korkusu vardı. Onun için bütün düşlerim korku doluydu. Şimdi oturup beni ta o yıllardan bugüne girdabına alan korkularımdan kurtulmak için hikâyeler yazıyorum, bu da benim kişisel seçimimdir ve kimse bunları yazmanın sırası değil, neden böyle kişisel şeyleri yazıyorsun dememeli bana” diyebiliyor. Diyebiliyor ve okuyucu buluyor.

Şu aşamada yavaş yavaş oluşmakta olan Kürt edebiyatı adına bunu son derece önemli bir gelişme olarak görüyorum, belki de bir kilometre taşı olarak…

Kürtçe’nin Türkiye ve Suriye’de yasaklı dil olduğunu belirten yazar Helîm Yûsiv: Kürt edebiyatından korkmayın

03-Temmuz 2003 Perşembe

Edebiyatın ancak huzur ortamında gelişebildiğini, buna karşın Kürt edebiyatının yasaklara maruz kaldığını söyleyen Yûsiv, “Kimse Kürt edebiyatından korkmasın. Kürt edebiyatı Türkiye’nin edebiyat bahçesini daha çok zenginleştirecek. Bu Türkiye için bir kayıptan çok, kazanımdır” dedi.

MAŞALLAH DEKAK

Kürt edebiyatında 5 Kürtçe öykü ve roman kitabı ile tanınan ünlü yazar Helîm Yûsiv, klasik Kürt edebiyatının Celadet Ali Bedirxan’dan sonra değişime uğradığını ve çağdaş Kürt edebiyatının ise Celadet Ali Bedirxan’dan sonra şekil aldığını söyledi. Helîm Yûsiv, Kürt edebiyatı ve gençliğini edebiyata yaklaşımını değerlendirdi.

-Edebiyatçı ve aydın olarak Kürt edebiyatının son durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şeyh Said İsyanı’ndan sonra birçok Kürt aydını zorunluluktan dolayı Suriye’ye sürgüne gitti. Bunların birçoğu Suriye’nin başkenti Şam’a yerleşti. Celadet Ali Bedirxan da bu Kürt aydınlarından birisi idi. Bedirxan o dönemde Suriye’nin başkenti Şam’da ‘Hawar’ adında Kürtçe bir edebiyat dergisi çıkarıyor. İlk defa Latin alfabesiyle çıkan Kürtçe dergi idi. O dergide birçok Kürt masalı anlatılıyordu. Osman Sabri, Nurettin Zaza ve Kadri Can adlı aydınlar da kendi yazılarını yazıyorlardı. Birçok yazar o dönemde Kürt edebiyatı, basını ve Kürt romanı için edebi çalışmalarda bulundular. Bu anlamda Cegerxwîn’ın Kürt klasik edebiyatında en yüce mertebede olduğunu söylemek sanırım yerinde olacak. Cegerxwîn Kürt şiirini yabancı kelime ve sözcüklerden arındırmış bir Kürt aydınıdır. Fakat Cegerxwîn sadece şiir değil, şiir dışında birçok şeyle uğraşıyordu. Toplumun değişim ve dönüşümü için de çok uğraştı. Cegerxwîn’ın bıraktığı eserler üzerine Kürtler de son dönemlerde edebiyat alanında bayağı gelişmeler kat ettiler. Fakat bu eserlerin yeterli olduğunu söylemek elbette doğru değil. Eğer yazılı Kürt edebiyatı bugüne kadar hep geri kalmışsa, bunun bir çok nedeni var.

-Biraz bu nedenlerden bahsedebilir misiniz? Kürtlerin dilinin yasaklanması yazılı Kürt edebiyatı üzerine nasıl bir etki yarattı?

Tabiki olumsuz yönden etkiledi. Her şeyden önce Kürt kimliği inkar edilerek, Kürtlerin dili yasaklandı. Bu dilin ortadan kalkması ve yok olması için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Ben kendimi gördüm göreli, Kürtlerin dili Suriye’de yasaklı. Suriye ve Türk devleti Kürtleri asimile edebilmek için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Asimilasyon politikaları halen süresiz devam ediyor. Bu devletler hem Kürtleri dillerinden hem de topraklarından uzaklaştırdı. Bu dilin yok olmaması için Kürtler dört parçada da çok bedel ödedi. Fakat bütün bunlara rağmen, maalesef Kürtler arasında halen sınırlar var. Ben edebiyatın Kürtler arasındaki bu sınırları kaldırabileceğine inanıyorum.

-Bize biraz yazı yaşamınızdan söz eder misiniz? Sizi yazmaya götüren en büyük etken ne oldu?

Ben bu soruyu kendimden ve ailemden bahsederek cevaplamak istiyorum. Ben yeni kuşaklardanım. Suriye’nin Kürt şehri olan Amudê’de dünyaya geldim. Ailem her zaman Kürtçe konuşur. Ailemin anlattığı Kürtçe çocuk masallarıyla büyüdüm. Nenem masal anlatmayı çok seviyordu. Herkesin onu dinlemesini isterdi. Fakat bir sorunumuz vardı. Nenemin masalları çok güzel olmasına rağmen, 7 gün 7 gece bitmiyordu. Anllatığı masallar bana çok haz veriyordu. Ben masallarını çok seviyordum. Yatmadan önce muhakak bana masal anlatırdı. Daha sonra sabah kalktığımda, masalın neresinden uyumuşsam, tekrar nineme ricada bulunur ve bana anlatmasını isterdim. Çocukluk yaşantısı ve anısının yazarlık üzerinde büyük bir etkisi ve rolü var.

-Öykü ve romanlarınızda çok ilginç kahramanlar var. Hayali kahramanlar mı, yoksa yaşamınızın bir parçasından alıntı mı?

Öykülerimin çoğunda, Amudê’de oturan ve o olayları yaşayan kahramanları yazdım. Bu kahramanları ve olayları edebiyatla süsledim ve ördüm. Benim bir öykümde ‘Digol’ isminde biri var. Bunu yazdım. Digol çok ilginç biridir. Bu olay Amudê’de yaşanıyor. Digol benim komşumdu. Halkın hepsi onu çok iyi tanıyor. Digol bütün etkinliklerde ön saflardadır. Bazı etkinliklerde Mola Mustafa Barzani’nin dev posterini taşırken, birçok yürüyüşte ise Hatemi’nin posterini kaldırıyor ve en önde slogan atan bir tip. Bütün düğünlerin başını o çeker. Bir cenaze töreni olduğunda, ya da biri öldüğünde, bütün hizmeti o yapar. Götürür, getirir ve karınca gibi çalışır. Görmeyenler ölenin yakın derecede akrabası zanneder. Oysa Digol’un ölenle hiçbir akrabalığı yok. Aynı zamanda hırsız bir tip. Öykümde ona yer verirken, bu özellikleri yanında hırsız ve kavat da demişim. Digol bunu duyduğunda çok sinirlenmişti. Her yerde beni aramaya koyulmuş. Nerde görse vuracak beni. Bir gün abimle yolda karşılaşyor. Abimin boğazına yapışıyor.

-Kürt edebiyatına yeni başlayan ve yazan kişiler için önerileriniz var mı? Bu kadar malzeme varken, herkes yazar olabilir mi?

Yazmak çok zor ve ağır bir iş. Bunun için herkesin yazmaktan zevk alması gerekir. Yazma olayını sevmek, yazarken mutlu olmak gerekir. Eğer bir gün benim yazmadığımı duyarsanız, o zaman kesin ben ölmüşümdür. Yazmak ses sanatçısı olmak gibi bir şeydir. Yazmanın doğayla büyük bir bağlantısı var. Nasıl ki, siz sesi güzel olmayan birinin sesini güzelleştiremezseniz, yazma yeteneği olmayan birini de yazar yapamazsınız. Kürtler yazarlığa daha yakın. Kürtlerin yazar olabilmesi için gerekli bütün koşullar var. Yaşanan dram, trajedi ve gerginlik ortamı, edebiyatın ve yazmanın en büyük kaynağı.

-Kürt dili ve edebiyatının gelişmesi için, Kürt kurum ve kuruluşlara ne gibi görev ve sorumluluklar düşüyor sizce?

Her şeyden önce şunu söylemek isterim ki, Kürtçe okumama ve yazmamayı sadece devlete bağlayamayız. Devlet zaten senin dilini yasaklıyor. Ama sen bunu gerekçe göstererek, dilini kullanmamazlık edemezsin. Dilini kullanmayan ve kendi dilinde yazmayan Kürtler de en az devlet kadar suçludur. Kürt partileri, Kürt kurum ve kuruluşları Kürt dilinin gelişimi için çok önemli kararlar almalıdır. Her şeyden önce Kürt parti ve kurumlarında öncülük rolü oynayanlar bu dile sahip çıkmalı ve toplumu bu dili kullanmaya teşvik etmelidir.

Çocukluk sorularından edebiyata

Hiçbir çocuk, sorduğu soruların cevabını alamıyor. Çocukların sorduğu sorular çok önemli ve anlamlı. Soruların temel kaynağı çocuklardadır. Nasıl, neden sorusu edebiyatı oluşturmak için zemin sunmaktadır. Benim birçok sorum vardı, fakat bunların hiçbir cevabı annem ve babamda bulunmuyordu. Birçok çocuk ‘Allah nerede, niye görünmüyor, biz nerden geldik’ sorusunu sorar. Ben bu sorulardan yola çıkarak bu seviyeye geldim. Bu sorular beni cevap arayışına sürükledi. Cevabı arama yolu ise beni edebiyatla buluşturdu. Hiçbir zaman yazar olabileceğimi düşünmemiştim. Kürtlerin ezilmişliği ve acı çekmesi edebiyatın oluşmasında etkili oldu. Bir Kürt çocuğu sadece bilinçaltındaki olayları yazsa, unutulamayacak derecede önemli edebi eser ortaya çıkarır. Çünkü Kürtlerin yaşamı trajedi doludur. Trajedi ise, edebiyatın vazgeçilmez bir parçası.

ÜNLÜ KÜRT YAZAR HELÎM YÛSIV KIZILTEPE’DE

Haber-Yorum: Selman Basboğa
Fotoraf: Onur Solhan
– 2009

Modern Kürt romanının en önemli temsilcilerinden olan Suriyeli Kürt Yazar Hêlîm YUSIF, Eğitim-Sen Kızıltepe şubesinde yapılan panele konuşmacı olarak katıldı. Eğitim-Sen Kızıltepe şubesinin toplantı salonunda gerçekleşen ve açılış konuşmasını öğretmen-yazar Kerim Koşar’ın yaptığı ve katılımcılarla soru cevap şeklinde geçen panele ilgi yoğundu.

Kürt dili ve romanı üzerine konuşan ve sorulan soruları yanıtlayan Hêlim YUSIF, kendisine ve Kürt edebiyatına gösterilen ilgiden memnun kaldı.

Edebiyat teorisinin sınırlarını zorlayan Hêlîm YUSIF, Konuşmasında, özelikle Kürt dili ve romanı üzerine açıklamalarda bulundu. Hêlîm YUSIV Konuşmasında, “İmkânlar ne kadar
daraltılmaya çalışılsa da bütün sınırlara rağmen, sınırsız bir arzu ve istekle, Kürt edebiyatına sahip çıkılması gerektiğine” işaret etti.
Ünlü Kürt yazar Hêlîm YUSIV, panelin büyük bölümünü Kürt dili, romanı ve edebiyatını konu alarak Konuşmasını sürdürdü. Ünlü Kürt yazar, kendi okuyucularına, “Benim romanlarımı okurken varoluşun peşinde koşmaları gerektiklerine” vurgu yaptı. “Kürt edebiyatı kendi coğrafyasında şekillenmesi gerektiğini” söyleyen
Suriyeli Kürt Yazar HêlÎm YUSIV, “Kürt romanına değerinin verilebilmesinin temel şartı, okunması ve okutulmasının yaygınlaştırılmasıdır” diyerek, “Kürt edebiyatının sadece ülkeler arasındaki sınırlara değil, Kendi sınırlarına da bazen takıldığını” belirti. “Tüm olumsuzluklara rağmen, Kürt edebiyatının önü açıktır” diyen Hêlim YUSIV, “Zamanla gelişmelerin gösterilebileceğini ve kaliteli Kürt romancılarının yetiştirilebileceğini” söyledi. “İmkanların iyi kullanılması gerektiğine” işaret eden Hêlim YUSIV, “Bütün dönemlerin olanaksızlıkları olabilir ama kendisinin gelecek için Kürt romanı ve Kürt edebiyatından çok umutlu olduğunu” söyledi.

Panelin kalan süresinde Helîm Yûsiv, “Gava Ku Masî Tî Dibin” (Balıklar susuz kaldıklarında) romanı hakkındaki düşünce ve görüşlerini okuyucularına anlatı.

YUSIV, “Bu Kitabımda Öyle bir şey var ki, herkesin çok bildiği çok tanıdığı ama adını soyadını söyleyemeyeceği kişiler olur bazen. İşte ben o bilinen bilinmeyenleri anlatmaya çalıştım.” dedi. Helîm Yûsiv “Gava Ku Masî Tî Dibin” romanındaki balığın kendisini anlatmadığını, tam tersine romanda balık dışında kalan herkesin balığı anlatmaya çalıştığını söyledi. Panelin bitiminde ise Kitaplarını tanıtıp okuyucuları için imzaladı

Not: Süriyeli ünlü Kürt yazar Hêlim YUSIV bugün (17 Ekim 2009) Mardin Leylan Cafe’de okuyucularıyla birlikte olacak. Küçültülmüş Resim Büyütmek için Üzerine Tıklayın!

Korkunun coğrafyası – Musa, çocukluğunda tanışmıştır korkuyla. Çünkü korkunun coğrafyasıdır bu; İran, Irak, Suriye ve Türkiye arasına sıkışmış dört köşelik bir cehennem

A. ÖMER TÜRKE    

 29 Nisan 2008 
Yaşadıkları topraklarda uzun yıllar dilleri yasaklansa, aydınları sakıncalı sayılsa da, Kürt edebiyatı, Irak’ta, İran’da ve Türkiye’de varlığını koruyor, hatta çoğalarak sürdürüyor. Belki de inadına sürdürüyor. Bizim Mehmed Uzun’un romanlarıyla tanıdığımız, onun romanlarıyla sınırlı sandığımız bu edebiyat Kürtlerin yaşadıkları geniş coğrafyada pek çok yazarı kucaklıyor. Helîm Yûsiv, işte o yazarlardan bir tanesi.
Helîm Yûsiv, 1967 yılında Suriye’nin Amûdê şehrinde doğmuş, Halep Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirmiş. İlk hikâyelerini Arapça yazmış, ancak kendi diline dönmüş ve bir daha dilinden ödün vermemiş. 2000 yılından beri Almanya’da yaşıyor. Türkçede Ölüler Uyumaz (1996) adlı hikâye kitabı ile tanıdığımız Yusiv’in ilk romanı Sobarto 1999 yılında yayımlanmıştı. Romancılığını geçen günlere Dişsiz Korku adıyla Türkçeleştirilen Tirsa Bê Diran (2006) ile sürdürdü.
Dişsiz Korku, Ölüler Uyumaz kitabındaki gerçeküstü hikâyelerinden farklı olarak gerçekçi bir anlayışla yazılmış. Ele aldığı meselelerse değişmiyor. Masa başında çizilen geometrik sınırlarla birbirinden ayrılmış Kürt topluluklarından Suriye yakasında yaşayanlar özelinde, Kürtlerin çektiği acılarla yüzleşiyoruz.
Üç farklı açıdan anlatılmış hikâye. Üçüncü Göz, roman kahramanı Qamişlolu Musa’nın gözüne yerleşen anlatıcı. O, Musa’nın ne sağ gözü ne sol gözü ama o gören ve ağlamak, gülmek, kapanmak yerine yerine ‘anlatmanın kolay olduğunu kim demiş?’ diyen gözü… İkinci anlatıcı Musa’nın kendisi. Ve son olarak kimliği roman ilerledikçe ortaya çıkacak Korkunun Tarihi başlıklı, sahipsiz kalan elyazmalarının yazarı var. Böylelikle iki ana karakter, iki ben anlatısıyla, üç farklı algı dünyasına açılıyor hikâye.
Musa, diğerleri gibi çocukluğunda tanışmıştır korkunun her türlüsüyle. Çünkü korkunun coğrafyasıdır bu; İran, Irak, Suriye ve Türkiye arasına sıkışmış dört köşelik bir cehennem:
“Korkuyu yakından tanımak, ne olduğunu öğrenmek isteyen bütün araştırmacılar, korkunun doğduğu ve ihtiyarladığı o sınırlara gitmelidirler… Öyle bir ülkede dünyaya geldim ki, orada güneş bile korkuyla doğuyor ve daha büyük bir korkuyla batıyor. Yeni bir güne başlamadan önce, insanlar korkuyla kahvaltı ediyor. Her şeyden korkuyor ve yoruluyorlar. Korkuyla giyiniyorlar. Geceleri korku dolu rüyalar görerek uyanıyor, biraz su içiyor ve gördüklerinin gerçek olmaması üzerine Allah’a şükrediyor, tekrar yatıyorlar. Uyandıklarında, yeni günü yine kendilerini bekleyen korkuyla karşılıyorlar.”
Dayak korkusu, masalların korkusu, din korkusu, öğretmen korkusu, başkan babanın korkusu, büyüklerin aklını başından alan muhabarat (gizli polis) korkusu, mayın korkusu, kadın korkusu, koca korkusu ve diğer korkular… Musa ve arkadaşları, kılıç kalkana, tanka, topa, tüfeğe, uçağa gerek kalmadan yeşeren böyle dişsiz bir korkuyla büyüyecek, eğitimini tamamlayan Musa, tarih öğretmeni olarak dönecektir memleketine. Bir zamanlar ne dediğini anlamadığı Arap öğretmenin karşısında lal olan, neden kendi diliyle okuyamadığını bilmeyen, evlerindeki Kürtçe ile okul ve devlet dairelerindeki Arapça arasında sıkışıp dilsiz kalan Musa, şimdi kendisi gibi iki dil arasında sıkışıp kalmış Kürt çocuklarına, çocukların yalanla gözlerini kapattığı ve yalanla açtığı böyle bir memlekette tarih öğretecektir. Tersyüz edilmiş tarih
Öğretmen olmak, aydın olmak, hele ki bir Kürt aydını olmak hiç kolay değildir korkunun coğrafyasında. Halklar arasındaki düşmanlık ateşlendiğinde, hükümetin baskıları artacak, halkı isyana teşvik ve benzeri bildik suçlamalarla karşılaşan Musa, arkadaşı Qado gibi bu memlekette yaşama şansının kalmadığını anlamıştır. Anlattığı yalan tarihin yükünü daha fazla taşıyamayacaktır.
“Evdeki bütün tarih kitaplarını bir çuvala doldurup ağzını bağladım. Büyük bir ferahlama hissettim, dünyada hiç yalan kalmamış gibi. Hayatımın bütün yalanlarını ve bin yılların bütün yalan masallarını bu çuvala koyup, üzerlerine kapıyı kapatmışım gibi hissediyordum. Daha önce götürüp evimizden çok uzaklara attığım ya da bir yabanın sivri ucunu karnına saplayıp yedinci ruhunu verene kadar yere bastırdığım kötü, yabancı kediler gibi olmasını istiyordum bu yalanların. Ama kitaptı bunlar, ruhsuzdu, yapılacak tek şey onları yakmaktı. Sadece birkaç askerin bazen gidip geldiği tenha bir sokakta, bir kibritle tarih kitaplarımı tutuşturup zevkle, mutlulukla yanmalarını izledim. Tarih bana zevk vererek yanıyordu. Devletlerin bütün mutabakatları, anlaşmaları yanıyordu. Yalan ve anlamsız çekişmeler yanıyordu. Kralların, liderlerin, generallerin adı yanıyordu. Kalleşlikler, paylaşımlar, soğuk zaferler, kanlı yenilgiler yanıyordu. Ordulardan, askerlerden, direnenlerden arta kalan ölülerin giysileri yanıyordu. Sonra yavaş yavaş alevler yüreğimin yıkık duvarlarına yayılmaya başladı. Yüreğim de yanıyordu…”
Bütün bunlara bir yandan kuyruk sokumunda çıkan ve sivilceye benzeyen kızarıklığın başkanın heykellerini ya da resimlerini gördüğünde azan acısı, diğer yandan kendisini izlediğini sandığı yüzünü göstermeyen bir adamın varlığı da eklenmiş, Musa’nın hayatı kâbusa dönmüştür. Sahte bir pasoportla terk eder Suriye’yi. Rusya’da geçen birkaç ayın ardından gittiği Almanya’da arkadaşı Qado’nun izine rastlayan ve Korkunun Tarihi adlı el yazmalarını bulan Musa, memleketinden ne kadar uzakta olsa da, bir kez daha tarihin yükünü omuzlarında hissedecektir…
Helîm Yûsiv’in, 20. yüzyılın başında çizilen Ortadoğu haritasının iki mimarının -Sir Mark Sykes (İngiliz) ve Georges Picot (Fransız)- oryantalist yargılarına kurban giden Kürtlerin tarihini Musa’nın varoluş problemleriyle ilişkilendirerek işlediği hikâyede sadece korkular ve acılar yok. Gündelik hayatla ilgili pek çok sevimli tablo da çizmiş. Musa’nın çocukluğu, resmi törenlerin ya da başkan baba fetişizminin yarattığı traji komik durumlar, halkın örf ve adetleri, ilk aşklar, ilk cinsel deneyimler, Rusya günleri, vb. olaylar mizahi yönleriyle hikâyenin felaketler antolojisine dönüşmesini engelliyorlar, özellikle de çarşının iki renkli kişiliği. Kavalı eşliğinde anlattığı ağıtlarıyla, hikâyeleriyle Kalo ve dünyaya karşı! felsefesiyle dünyayı yorumlayan Tûtino, sürüp giden hayatın tercümanları gibiler. Üstelik mizahla trajediyi yan yana getiren bu anlatım, korkunun hayata sinmişliğini, kâbusların karanlığını ve acıların keskinliğini de bilemiş.
Helîm Yûsiv’in güçlü kurgusu, etkileyici hikâyesi Rahmi Batur’un güzel çevirisiyle birleşiyor. Ne var ki malzeme zenginliğiyle romanın hacmi arasında bir dengesizlik olduğunu düşünüyorum. İşlenecek onca konu ve karakter bulup çıkarmışken pek çoğuna değinip geçmekle yetinmiş Yûsiv.
Helîm Yûsiv’in üzerinde durduğu meseleler Mehmed Uzun’un romanlarının da ana ekseniydi. İkisi de zamanın, belleğin ve kürt aydınlarının bireysel varoluşunun peşindeler. Hem bir tarih, hem bir hesaplaşma, unutulan bir geçmiş, o geçmiş içerisinde Kürt halkı ve kültürü adına hayatını feda etmiş insanlar, kanın, şiddetin ve göçün yarattığı acılar; tarih kitaplarına hiç girmeyen, araştırılmaması bir yana sıkı sıkıya yasaklanan ve neredeyse kendi halkına bile yabancılaşan bir tarihin uçup giden gerçeklik imgesini yakalamaya çalışıyorlar.
Sürgünlüğü seçmiş yazarların ısrarla üzerinde durdukları kimlik sorunu Dişsiz Korku’nun sonlarında, Musa ve Qado’nun Avrupa’daki hayatlarında iyice belirginleşiyor. Korkunun yüreğinden çıkıp gelmiş bu iki insan tarihin ağır yükünden kurtulmak, içinde bulundukları zaman dilinde, çağlarında yaşayabilmek için, bütün tarih hamurun içindeki olayları, anlaşmaları hafızalarından çekip atmak, kendi çağına ayarlanmış diğer insanlar gibi yaşamak isteseler bile başaramayacak, hayatlarını kayıp kaçaklar olarak sürdüreceklerdir;
“Qado hayatının en büyük tablosunu yapmıştı. Tablosuna korku adını vermişti. Odasının bir duvarını tamamen kaplamıştı. Qado o karmaşık korku renklerinin dibinde oturup, çekirgeleri çizmekle geçiriyordu zamanını. Ülkesindeki hayat ağaçlarını, sevda tarlalarını, sevgi yeşilliklerini talan eden çekirgeleri… Musa da o anda kuyruğunu altına toplayıp, üzerine oturdu. İçindeki korku daha da büyümüş, daha da kudurmuş, aç bir çekirgeye dönmüştü. Musa’nın yanına konan bir çekirge, kuyruğunun ucunu kemiriyordu. Odasının penceresinden kalın, siyah bir kendir şeridi uzanmıştı içeriye. O da bu şeridin nereden ve nasıl buraya uzandığını bilmiyordu. Şerit siyah, kör bir yılanın suretine girip, başının üstünde dolanmış, siyah bir kelimeye dönüşmüştü: Korku…” · 
DİŞSİZ KORKU
Helîm Yûsiv, Çeviren: Rahmi Batur, Evrensel Yayınevi, 2008, 144 sayfa, 5.5 YTL.