Korkunun coğrafyası – Musa, çocukluğunda tanışmıştır korkuyla. Çünkü korkunun coğrafyasıdır bu; İran, Irak, Suriye ve Türkiye arasına sıkışmış dört köşelik bir cehennem - Halim Youssef

Korkunun coğrafyası – Musa, çocukluğunda tanışmıştır korkuyla. Çünkü korkunun coğrafyasıdır bu; İran, Irak, Suriye ve Türkiye arasına sıkışmış dört köşelik bir cehennem

Haziran 28, 2021

A. ÖMER TÜRKE    

 29 Nisan 2008 
Yaşadıkları topraklarda uzun yıllar dilleri yasaklansa, aydınları sakıncalı sayılsa da, Kürt edebiyatı, Irak’ta, İran’da ve Türkiye’de varlığını koruyor, hatta çoğalarak sürdürüyor. Belki de inadına sürdürüyor. Bizim Mehmed Uzun’un romanlarıyla tanıdığımız, onun romanlarıyla sınırlı sandığımız bu edebiyat Kürtlerin yaşadıkları geniş coğrafyada pek çok yazarı kucaklıyor. Helîm Yûsiv, işte o yazarlardan bir tanesi.
Helîm Yûsiv, 1967 yılında Suriye’nin Amûdê şehrinde doğmuş, Halep Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirmiş. İlk hikâyelerini Arapça yazmış, ancak kendi diline dönmüş ve bir daha dilinden ödün vermemiş. 2000 yılından beri Almanya’da yaşıyor. Türkçede Ölüler Uyumaz (1996) adlı hikâye kitabı ile tanıdığımız Yusiv’in ilk romanı Sobarto 1999 yılında yayımlanmıştı. Romancılığını geçen günlere Dişsiz Korku adıyla Türkçeleştirilen Tirsa Bê Diran (2006) ile sürdürdü.
Dişsiz Korku, Ölüler Uyumaz kitabındaki gerçeküstü hikâyelerinden farklı olarak gerçekçi bir anlayışla yazılmış. Ele aldığı meselelerse değişmiyor. Masa başında çizilen geometrik sınırlarla birbirinden ayrılmış Kürt topluluklarından Suriye yakasında yaşayanlar özelinde, Kürtlerin çektiği acılarla yüzleşiyoruz.
Üç farklı açıdan anlatılmış hikâye. Üçüncü Göz, roman kahramanı Qamişlolu Musa’nın gözüne yerleşen anlatıcı. O, Musa’nın ne sağ gözü ne sol gözü ama o gören ve ağlamak, gülmek, kapanmak yerine yerine ‘anlatmanın kolay olduğunu kim demiş?’ diyen gözü… İkinci anlatıcı Musa’nın kendisi. Ve son olarak kimliği roman ilerledikçe ortaya çıkacak Korkunun Tarihi başlıklı, sahipsiz kalan elyazmalarının yazarı var. Böylelikle iki ana karakter, iki ben anlatısıyla, üç farklı algı dünyasına açılıyor hikâye.
Musa, diğerleri gibi çocukluğunda tanışmıştır korkunun her türlüsüyle. Çünkü korkunun coğrafyasıdır bu; İran, Irak, Suriye ve Türkiye arasına sıkışmış dört köşelik bir cehennem:
“Korkuyu yakından tanımak, ne olduğunu öğrenmek isteyen bütün araştırmacılar, korkunun doğduğu ve ihtiyarladığı o sınırlara gitmelidirler… Öyle bir ülkede dünyaya geldim ki, orada güneş bile korkuyla doğuyor ve daha büyük bir korkuyla batıyor. Yeni bir güne başlamadan önce, insanlar korkuyla kahvaltı ediyor. Her şeyden korkuyor ve yoruluyorlar. Korkuyla giyiniyorlar. Geceleri korku dolu rüyalar görerek uyanıyor, biraz su içiyor ve gördüklerinin gerçek olmaması üzerine Allah’a şükrediyor, tekrar yatıyorlar. Uyandıklarında, yeni günü yine kendilerini bekleyen korkuyla karşılıyorlar.”
Dayak korkusu, masalların korkusu, din korkusu, öğretmen korkusu, başkan babanın korkusu, büyüklerin aklını başından alan muhabarat (gizli polis) korkusu, mayın korkusu, kadın korkusu, koca korkusu ve diğer korkular… Musa ve arkadaşları, kılıç kalkana, tanka, topa, tüfeğe, uçağa gerek kalmadan yeşeren böyle dişsiz bir korkuyla büyüyecek, eğitimini tamamlayan Musa, tarih öğretmeni olarak dönecektir memleketine. Bir zamanlar ne dediğini anlamadığı Arap öğretmenin karşısında lal olan, neden kendi diliyle okuyamadığını bilmeyen, evlerindeki Kürtçe ile okul ve devlet dairelerindeki Arapça arasında sıkışıp dilsiz kalan Musa, şimdi kendisi gibi iki dil arasında sıkışıp kalmış Kürt çocuklarına, çocukların yalanla gözlerini kapattığı ve yalanla açtığı böyle bir memlekette tarih öğretecektir. Tersyüz edilmiş tarih
Öğretmen olmak, aydın olmak, hele ki bir Kürt aydını olmak hiç kolay değildir korkunun coğrafyasında. Halklar arasındaki düşmanlık ateşlendiğinde, hükümetin baskıları artacak, halkı isyana teşvik ve benzeri bildik suçlamalarla karşılaşan Musa, arkadaşı Qado gibi bu memlekette yaşama şansının kalmadığını anlamıştır. Anlattığı yalan tarihin yükünü daha fazla taşıyamayacaktır.
“Evdeki bütün tarih kitaplarını bir çuvala doldurup ağzını bağladım. Büyük bir ferahlama hissettim, dünyada hiç yalan kalmamış gibi. Hayatımın bütün yalanlarını ve bin yılların bütün yalan masallarını bu çuvala koyup, üzerlerine kapıyı kapatmışım gibi hissediyordum. Daha önce götürüp evimizden çok uzaklara attığım ya da bir yabanın sivri ucunu karnına saplayıp yedinci ruhunu verene kadar yere bastırdığım kötü, yabancı kediler gibi olmasını istiyordum bu yalanların. Ama kitaptı bunlar, ruhsuzdu, yapılacak tek şey onları yakmaktı. Sadece birkaç askerin bazen gidip geldiği tenha bir sokakta, bir kibritle tarih kitaplarımı tutuşturup zevkle, mutlulukla yanmalarını izledim. Tarih bana zevk vererek yanıyordu. Devletlerin bütün mutabakatları, anlaşmaları yanıyordu. Yalan ve anlamsız çekişmeler yanıyordu. Kralların, liderlerin, generallerin adı yanıyordu. Kalleşlikler, paylaşımlar, soğuk zaferler, kanlı yenilgiler yanıyordu. Ordulardan, askerlerden, direnenlerden arta kalan ölülerin giysileri yanıyordu. Sonra yavaş yavaş alevler yüreğimin yıkık duvarlarına yayılmaya başladı. Yüreğim de yanıyordu…”
Bütün bunlara bir yandan kuyruk sokumunda çıkan ve sivilceye benzeyen kızarıklığın başkanın heykellerini ya da resimlerini gördüğünde azan acısı, diğer yandan kendisini izlediğini sandığı yüzünü göstermeyen bir adamın varlığı da eklenmiş, Musa’nın hayatı kâbusa dönmüştür. Sahte bir pasoportla terk eder Suriye’yi. Rusya’da geçen birkaç ayın ardından gittiği Almanya’da arkadaşı Qado’nun izine rastlayan ve Korkunun Tarihi adlı el yazmalarını bulan Musa, memleketinden ne kadar uzakta olsa da, bir kez daha tarihin yükünü omuzlarında hissedecektir…
Helîm Yûsiv’in, 20. yüzyılın başında çizilen Ortadoğu haritasının iki mimarının -Sir Mark Sykes (İngiliz) ve Georges Picot (Fransız)- oryantalist yargılarına kurban giden Kürtlerin tarihini Musa’nın varoluş problemleriyle ilişkilendirerek işlediği hikâyede sadece korkular ve acılar yok. Gündelik hayatla ilgili pek çok sevimli tablo da çizmiş. Musa’nın çocukluğu, resmi törenlerin ya da başkan baba fetişizminin yarattığı traji komik durumlar, halkın örf ve adetleri, ilk aşklar, ilk cinsel deneyimler, Rusya günleri, vb. olaylar mizahi yönleriyle hikâyenin felaketler antolojisine dönüşmesini engelliyorlar, özellikle de çarşının iki renkli kişiliği. Kavalı eşliğinde anlattığı ağıtlarıyla, hikâyeleriyle Kalo ve dünyaya karşı! felsefesiyle dünyayı yorumlayan Tûtino, sürüp giden hayatın tercümanları gibiler. Üstelik mizahla trajediyi yan yana getiren bu anlatım, korkunun hayata sinmişliğini, kâbusların karanlığını ve acıların keskinliğini de bilemiş.
Helîm Yûsiv’in güçlü kurgusu, etkileyici hikâyesi Rahmi Batur’un güzel çevirisiyle birleşiyor. Ne var ki malzeme zenginliğiyle romanın hacmi arasında bir dengesizlik olduğunu düşünüyorum. İşlenecek onca konu ve karakter bulup çıkarmışken pek çoğuna değinip geçmekle yetinmiş Yûsiv.
Helîm Yûsiv’in üzerinde durduğu meseleler Mehmed Uzun’un romanlarının da ana ekseniydi. İkisi de zamanın, belleğin ve kürt aydınlarının bireysel varoluşunun peşindeler. Hem bir tarih, hem bir hesaplaşma, unutulan bir geçmiş, o geçmiş içerisinde Kürt halkı ve kültürü adına hayatını feda etmiş insanlar, kanın, şiddetin ve göçün yarattığı acılar; tarih kitaplarına hiç girmeyen, araştırılmaması bir yana sıkı sıkıya yasaklanan ve neredeyse kendi halkına bile yabancılaşan bir tarihin uçup giden gerçeklik imgesini yakalamaya çalışıyorlar.
Sürgünlüğü seçmiş yazarların ısrarla üzerinde durdukları kimlik sorunu Dişsiz Korku’nun sonlarında, Musa ve Qado’nun Avrupa’daki hayatlarında iyice belirginleşiyor. Korkunun yüreğinden çıkıp gelmiş bu iki insan tarihin ağır yükünden kurtulmak, içinde bulundukları zaman dilinde, çağlarında yaşayabilmek için, bütün tarih hamurun içindeki olayları, anlaşmaları hafızalarından çekip atmak, kendi çağına ayarlanmış diğer insanlar gibi yaşamak isteseler bile başaramayacak, hayatlarını kayıp kaçaklar olarak sürdüreceklerdir;
“Qado hayatının en büyük tablosunu yapmıştı. Tablosuna korku adını vermişti. Odasının bir duvarını tamamen kaplamıştı. Qado o karmaşık korku renklerinin dibinde oturup, çekirgeleri çizmekle geçiriyordu zamanını. Ülkesindeki hayat ağaçlarını, sevda tarlalarını, sevgi yeşilliklerini talan eden çekirgeleri… Musa da o anda kuyruğunu altına toplayıp, üzerine oturdu. İçindeki korku daha da büyümüş, daha da kudurmuş, aç bir çekirgeye dönmüştü. Musa’nın yanına konan bir çekirge, kuyruğunun ucunu kemiriyordu. Odasının penceresinden kalın, siyah bir kendir şeridi uzanmıştı içeriye. O da bu şeridin nereden ve nasıl buraya uzandığını bilmiyordu. Şerit siyah, kör bir yılanın suretine girip, başının üstünde dolanmış, siyah bir kelimeye dönüşmüştü: Korku…” · 
DİŞSİZ KORKU
Helîm Yûsiv, Çeviren: Rahmi Batur, Evrensel Yayınevi, 2008, 144 sayfa, 5.5 YTL.