Ölüler Uyumaz – Muhsin Kızılkaya
VİRGÜL 9, Haziran 1998, s. 47-49
Helîm Yûsiv
Ölüler Uyumaz
Çev. Rahmi Batur
Avesta Yayınları
1998, 117 s.
Helîm Yûsiv
Mêrê Avis
Avesta Yayınları
1997, 184 s.
Arap ve Fars etkisinde başlayıp, tarihin hiçbir döneminde kendi tarzını, üslûbunu, özgünlüğünü, burada sayamayacağımız birçok nedenden dolayı bulamayan, klasik dönemi dışarda tutarsak, özellikle 1970’li yıllarda yer yer serpilen, 1990’lı yıllarda büyüyen, ama hiçbir dönemde gürbüz bir karaktere kavuşamayan Kürt edebiyatı alanında verilen örnekler, romandan hikâyeye, hep siyasetin etkisinde kalarak yazıldı bugüne kadar.
Yazıldı da ne oldu?
Edebiyatı, siyasal mücadelenin bir aracı olarak görüp buna göre yazan birçok kişinin başına ne geldiyse, onların başına da o geldi. Öyle ki, bu örneklerin büyük bir kısmı şu anda, yasak bir dille yazılmış olmalarından başka hiçbir edebî değer taşımayan kitaplar olarak arşivlerdeki yerini koruyorlar.
Bunun çeşitli nedenleri var.
Birincisi, Kürt edebiyatı adına yazılanların büyük bir kısmı, öncelikle Kürtlerin ikinci dili olan, ama zamanla kullanıla kullanıla, yazılı iletişimde ana dillerinden daha baskın bir karakter kazanan Türkçenin etkisiyle yazıldılar. Daha doğrusu, Kürtçe yazanlar, etkilendikleri yazarların temalarından da etkilenerek, o temalara çok fazla müdahale etmeden, Türkçe okuduklarını (bunların içinde Bulgar partizan romanlarını, Vietnam savaşını anlatan “şafak” romanlarını özellikle anmak gerekiyor) olduğu gibi kendi dillerine tercüme ettiler.
Türkiye’de 1970’li yıllarda altın çağını yaşayan Köy Romancılarının romanlarında “baş çelişki”, “ağa ile öğretmen” arasında vücut bulurken, Kürtçe yazanlar için de değişen bir şey yoktu; onlar da etkisinde kaldıkları yazarlar gibi aynı alana giriyor, sadece zaman zaman öğretmenin yerine halkı, ağanın yerine devleti koyarak Kürtçe yazıyorlardı.
Çünkü iki kesim de aynı kaynaktan beslenmişti. Türkçe yazanların büyük bir kısmı Marksizmi kaba bir popülizm olarak anlarken, Kürtçe yazanlar da romanı, hikâyeyi, şiiri, kısacası edebiyatı “devrimin hizmetinde bir bilinçlenme aracı” olarak görüyorlardı, birçok Türk meslektaşları gibi. Onların da romanlarında, hikâyelerinde kimi zaman bir çobanın kavalı silah oluyor, kimi zaman bir dengbêjin yanık sesi kurşun olup sömürgecilerin yüreğine saplanıyordu. Veya bir halk âşığı, bir anda direnişin öncü gücü haline gelebiliyordu.
Yüzyılın başında ülkesini terkedip, daha sonra yeni Cumhuriyet rejimi tarafından yurttaşlıktan atılan ve çoğu Şam, Kahire gibi Arap başkentlerinde ilk Kürtçe dergi ve gazeteleri çıkaran, ilk Kürtçe edebî ürünleri veren aydınların, yazarların da ürünlerine baktığımızda çok farklı bir tabloyla karşılaşmıyoruz. Onlar da yazdıklarını siyasi bir temel üzerine oturtuyor, bütün yazı serüvenlerini “kurtuluş” için siyasi reçeteler bulma üzerine kuruyorlardı. Kürt toplumu hastaydı, o hastalığı tedavi edecek ilacı bulmak için romanı, hikâyeyi, şiiri kullanıyorlardı.
“Hawar geleneği” diye tarihe geçen bu geleneğin başlangıç yılı 1932’dir. Bu tarihte Celadet Bedirhan tarafından Şam’da çıkarılan Hawar (İmdat) dergisi etrafında biraraya gelen Osman Sabri, Kadri Can, Nurettin Zaza, Cegerxwin gibi aydın-yazar ve şairlerin tümü siyasi mücadelenin içinden gelen aydınlardı. Onlar önce siyasetçi, sonra yazar-sanatçıydılar. İki elbiseleri vardı onların; geceleri Şam’ın gizli, kuytu evlerinde biraraya gelip isyan planları yaparken, parti kurarken siyasi elbiselerini giyiyor, gündüzleri de edebî ürünler vermek için matbaa-kâğıt peşinde koşarken yazar giysilerine bürünüyorlardı. Siyaseti asli görevleri olarak görüyorlardı; edebiyatı da bu siyasi mücadelede bir araç…
Bu geleneksel siyasi duruş, bu tarihten itibaren Kürt edebiyatına etkisi uzun yıllar sürecek bir mühür bastı; artık edebiyatın akış yolu belliydi, güzergâhı belirlenmişti. Sözünü ettiğim yazar-aydınlar bir “büyük dava”nın savunucusuydular ve onlara göre bu “büyük dava” aynı zamanda, beraberinde bir “büyük edebiyat” getirecekti. Kaybolan bir tarih vardı, parçalanmış bir ülke vardı. Çaresiz, ezilmiş, horlanmış, dili yasaklanmış bu mağdur halkı uyandırmak gerekiyordu. Onlara göre edebiyat büyük bir silahtı, silahların içinde en etkili silah -ve edebiyat, devrimi çok hızlandıracaktı. Bu inanç, 1990’lı yıllara kadar bu mesele üzerine kafa yoran, bu mesele üzerine kalem sallayan birçok yazarı, sanatçıyı, şairi etkiledi. Onların elinde gerçekten de çok ham, şiire çok yakın, büyük bir edebiyata kaynaklık edebilecek bir malzeme vardı, ancak asıl sorun bu malzemenin değerlendiriliş biçiminden kaynaklanıyordu. Yani çağdaş edebiyatın olmazsa olmaz kuralı olan “neyi anlattığın değil, nasıl anlattığın” da… Ve galiba bu soruyu çoğu kişi kendine pek sormadı.
1980’li yılları, “titreyip kendine gelen” birçok Kürt yazar için bir kuluçka dönemi olarak nitelendirebiliriz. Bu dönemde başlayan “silahlı eylemler”, Kürt cephesinde emir yerine geçen birçok “talimata” rağmen, kendi edebiyatını çağdaş ölçüler içinde değerlendirilebilecek bir edebiyat düzeyine yükseltemedi. Bu alanda özellikle şiir ön plana çıktı, tarihte yaşanmış birtakım isyanlar şiirleştirildi; Şeyh Sait isyanı gibi, Dimdim Kalesi olayı gibi ve en önemlisi Halepçe katliamı gibi… Bu katliamlarla ilgili yazılan şiirleri, destanları bugün, Helîm Yûsiv’ın deyimiyle “şiirde Halepçe katliamına benzer bir katliam” olarak nitelendirmek, şiir-destan yazarlarına haksızlık olmayacak sanırım. 1970’ler edebiyatı, bu dönemde ortaya çıkan yeni edebiyatın yanında çok “hafif”, çok “yumuşak”, çok “naif” kaldı. O dönemde halka yazılan methiyeler, bu kez yerini “kaleşinkof güzellemesine” bıraktı ve edebiyat daha da radikalleşti.
“Güzelliği yaratmaya aday gerilla” temasının dışına çıkarak farklı ürünler vermeye aday yazarlar da bu kez, “kurgu”, “düş gücünün kudreti”, “bilinçaltı”, “psikolojik derinlik” ve “insanın ruh hali” gibi modern edebiyatın olmazsa olmaz temaları yerine, “bizim bu tür şeyleri anlatma lüksümüz yok, bu halk henüz bu tür kurgu şeyleri okuyacak kadar olgunlaşmadı, öncelikle önümüzde, anlatılması boynumuzun borcu olan acılı bir tarih var” diyerek, önemli bir kısmı tarihi-biyografik malzemeye sığındı. Bu malzemeden modern roman yaratma üzerine de en çok Mehmed Uzun çalıştı, kafa patlattı. Birbiri ardına, Vanlı Memduh Selim Bey, Celadet-Kamuran Bedirhan kardeşler gibi bir dönemin önemli Kürt aydınlarının trajik hayatlarını, sürgünlüklerini, yalnızlıklarını anlatan romanlar yazdı. Ta ki beşinci romanına kadar… Ancak altıncı romanı olan Ronî Mîna Evînê, Tarî Mîna Mirinê (Aydınlık Aşk Gibi, Karanlık Ölüm Gibi, Avesta Yayınları, 1998) romanında kurgu malzemeye el atabildi. Ancak bu “kurgu malzemenin” harcı da büyük ölçüde, şu anda yaşanan savaştan alınmaydı.
Mehmed Uzun’un romandaki çabasına hem benzer hem de çok farklı bir kulvarda gelişen, şimdilik hikâye alanında bir çaba, bu kez Türkiye sınırlarının ötesinde görülmeye başlandı. Orada yaşayan Kürtlerin “hat altı” dedikleri yerden, Suriye’den… Bir hikâyeci. Kendi ülkesinde, üç hikâye kitabının ikisi Arapça yayımlanmış, aynı hikâye kitaplarından ikisi Mêrê Avis (Gebe Adam) ile Mirî Ranazin (Ölüler Uyumaz) İstanbul’da Kürtçe yayımlandı, Ölüler Uyumaz Rahmi Batur tarafından Türkçeye de çevrildi, Jinên Qatên Bilind (Yüksek Katlardaki Kadınlar) adlı hikâye kitabı ile Sobarto adlı romanı da Avesta’nın 1998 yılı yayın programında… Bu genç yazarın adı Helîm Yûsiv… Halep’te Hukuk öğrencisi ve 1967 yılında Amûdê’de dünyaya gelmiş.
Helîm Yûsiv, Kürt edebiyatında şimdiye kadar pek rastlanmamış, pek sesini duyurmamış, farklı bir yazar. Hem farklı hem de çok özgün… Yukarıda kısaca, Kürt edebiyatının gelişim serüveninden kendimce bazı satır başlarını yazarken, bütün derdim, Helîm Yûsiv’ı bu genel belirlemelerin dışında bir yere oturtmak istememdi. Çünkü Helîm Yûsiv’ın, “edebiyatı halkı bilinçlendirmede bir araç olarak kullanma” gibi bir derdi yok ve sanırım derdi daha derinlerde, daha çok kendisiyle…
İyi yazar meselesi olan yazardır diye düşünüyorum. Meselen varsa ve o meseleyle ilgili cümleler kurmak istiyorsan oturur kurarsın o cümleleri. Ve o cümlelerden balyoz olmalarını, kaleşnikof olmalarını beklemezsin. Kendisiyle meselesi olan yazar, her şeyden önce oturur kendisi için yazar, sözünü alçak perdeden söyler ve yazarken onları okuyup bilinçlenecek milyonlarca insan hayal etmez; tıpkı oturup karabasanlarını, düşlerini sadece kendisi için yazan Kafka gibi… Meselesi olan yazar, meselesini bir romanla anlatır kimi zaman, kimi zaman da bir hikâyeyle, bir şiirle… Meselesi olan yazarın hayal dünyası karmaşıktır, dünyayı sıradan insanların gözleriyle görmez. Bizim için çok sıradan, olağan olan şeyler onun için hiç de sıradan değildir ve belki de çok karmaşıktır. Eşyanın psikolojisine dalar, oralarda derin düşler görür. Meselesi olan yazar, meselelerini her şeyden önce kendine anlatmak için cümleler kurarken, kendisini rahatsız eden soruların cevaplarını bulduğunu sanır. Ama yazdıkça, aradığı soruların cevapları yerine, her cümleyle birlikte yeni sorular sorduğunu farkeder. Aranan her cevabın yerine bir yeni soru gelir ve bu böyle sürer gider. Yazı canını acıtır onun, yalnızlık çeker. Kendi dünyasında şahsi dramlar yaşar, kendi küçük meselelerini, toplumun genel meseleleri olarak görmez. Büyük savaşlarda ön saflarda çarpışmayı hayal etmez, kitle önderliğine soyunmaz, kurtuluş için yaratılan ve her toplumsal yaraya iyi gelen sloganları yoktur onun; büyük yangınlarda ateşe ilk atılacaklardan biri olduğunu aklından çıkarmaz. Bu tür yazarları “vahşi” yazar olarak nitelendirir bir yazısında Murathan Mungan…
İşte Helîm Yûsiv, bu tür “vahşi” yazarlardan biridir. Meselesi olan bir yazar… Ve o meseleyi bir cümleye sığdırabilen bir yazar…. Öykülerinde, yaşamakta ayak direttiğimiz, kimimizin maddi beklentilerle ördüğü, kimimizin umut dolu bir gelecek beklediği hayatın, insanın damağında acı bir tad bırakan ironisi var. Karşılaştığımız şeyleri normal görüyor, onları normal insanların algıladığı biçimde anlamlandırmaya çalışıyoruz aslında çoğumuz. Oysa o, bir yazar olarak daha çok “normal nedir?” sorusunun peşindedir ve öykülerinde alttan alta okunan metin, bu sorunun çeşitli cevaplarıyla doludur. Ama yazarın bulduğu her cevap, aslında henüz yanıtı bulunmamış bir sorudur.
Emekleme döneminde olan, yazısı okullarda okutulmayan, eğitimle öğretilmeyen, insanların kendi kişisel çabalarıyla, kâh şu kitaptan, kâh şu broşürden öğrendikleri bir dilin yazarlarının bir anda, (üstelik toplumcu gerçekçi akımı çok yanlış anlayıp halk hikâyelerini edebiyat sanan bir gelenekten süzülerek) insanoğlunun varoluş sorununa bu kadar derinden inen kentli yazarların dünyasını paylaşmaları kolay mıdır bilmiyorum, ama Helîm Yûsiv’ın öykülerini okudukça, belki yaşadığı Suriye’nin Amûdê kentinin karabasanları anımsatan atmosferinden, belki de Tanrı vergisi bir düş gücünün kudretinden olsa gerek, Kürtçenin imkânlarıyla eşyaya bir hareket kazandırdığını, delileri akıllandırdığını, ölüleri dirilttiğini, keçileri konuşturduğunu, yüzyıllar önce ölen Ehmedê Xani’nin Mem û Zîn kitabının erkek kahramanı Mem’i mezarından çıkarıp bugünün Cizresine getirdiğini, erkekleri gebe bıraktığını görüyoruz, sanki bu dille bin yıldır böylesi gerçeküstü hikâyeler yazılıyordu da biz okumamıştık dedirtircesine dili ustalıkla, yalın, basit ve gündelik kullanarak…
Halbuki öyle değildi. Kürtçe yazanlar, “bu tür sıradan şeyleri yazmanın sırası değil” mazereti arkasına sığınarak, duygularından arındırdıkları, zaaflarını görmedikleri bir halka methiyeler diziyorlardı şimdiye kadar. Bir yerde haklıydılar da… Çünkü akranları olan Türk münevverlerinden böyle görmüşlerdi. Türk münevverleri tarafından Cumhuriyet’in ilk yıllarında halkı bilinçlendirmek için az kitap yazılmadı. Köyü yeniden keşfetmek için az turistik seyahate çıkılmadı. Yazarlar büyük kentlerde oturup “gitmeseler de görmeseler de” o köyleri kendi köyleri olarak az görmedi. Kültüründen beslendikleri egemen kültürün münevverleri böyle yapar da, aynı gelenekten gelen Kürt münevverleri boş durur mu? Onlar da kendi yazılı kültürleriyle tanışır tanışmaz akranları gibi sarıldılar kaleme.
Şimdi yeni yeni farklı sesler çıkmaya başlıyor ve birileri artık alçak perdeden bile olsa, “Ben 30 yaşıma kadar korkularla büyüdüm. Gece uyurken korkunç masallar anlattılar bana. Evde babam korkutuyordu. Sokakta polis korkusu vardı, okulda öğretmen korkusu vardı. Onun için bütün düşlerim korku doluydu. Şimdi oturup beni ta o yıllardan bugüne girdabına alan korkularımdan kurtulmak için hikâyeler yazıyorum, bu da benim kişisel seçimimdir ve kimse bunları yazmanın sırası değil, neden böyle kişisel şeyleri yazıyorsun dememeli bana” diyebiliyor. Diyebiliyor ve okuyucu buluyor.
Şu aşamada yavaş yavaş oluşmakta olan Kürt edebiyatı adına bunu son derece önemli bir gelişme olarak görüyorum, belki de bir kilometre taşı olarak…