Balıklar Susadığında – Elend Aydın
Elend Aydın – 21.12.2017
“Ben Masî’nin odasının demir kapısıyım. Tanışıklığımız bu şehre yerleşmek istediği ilk günlere dek gider. Sahibimin kapılarının içinde bir kapıydım, ben de, kapının önünde sahibimle pazarlık yaptığında…”
Kalemi şahsında Kürtçeyle gurur duyup kanatlandığım sevgili Helîm Yûsiv’ın Demir Kapının İtirafları adlı bölümü böyle başlar. Zaten kitabın adı da diğer kitapların adları gibi içeriğe uygun olarak vurucudur: “Gava Ku Masî Tî Dibin” (Balıklar Susadığında). Masî (balık) elbette ki kahramanımızdır ve sürrealist olan sevgili yazar, karakteri Masî ile realizmle de çok at koşturmuş, yıldız tozu ve kül serpiştirmiş. Cümlelerini okurken; “en çok derinliklerinde kaybolmak istediğim kir kaç kitaptan biri” dediğimi fark ettim kendime. Kürtçenin bir Samanyolu olacaksa/varsa onu, Helîm Yûsiv’siz düşünmek mümkün değil. Bir de okurken, gözlerimin hep yazarı aradığını fark ettim. Neler sormazdım neler! “Bir gün olmak zorunda bu”, deyip geçeyim şimdi.
“Ben o kara köpeğin ta kendisiyim, hakkında binlerce öykü ve rivayet anlatılan(…) İçinde kırılan camlarının sesinin yükselmesini ya da burnunun bir damla kanla kanamasını bekledim ama ikisi de olmadı. Başını elleriyle sımsıkı kavradı ve feci bir ağlamaya tutuldu. Oturup ağladı, durmadan ağladı. O gece evde de yemek yemedi Masî.”
Kahramanımızın Kuzey Kürdistan’dan gelen bir kıza aşık olduğunun haberini Bozo (köpek) böyle verirken, Evin û Mar Cêwi Ne, yani Aşk ve Yılanlar İkizdir diye başlayan bölümde yılan dereye girer.
“Bir yılanı görmek, akla ya ısırılmayı ya kaçmayı ya da öldürmeyi getirir. Aşk da böyledir, insan olmadığını zanneder, ama zehir kana karıştığında, acı ya da öldürmek baş gösterir. Aşkın var olduğuna o zaman inanırsın… Zaten aşk da yılanlar gibi, bazen kendini yeniler, bazen de kışa yakalanıp donar, büzüşük ve sessiz kalır.”
Sağır Dilsiz Doğmuşum, Kaderin Başındaki Şapka, Okunmayan Kitap, Yüreği Parçalayan Sınır, Koltukaltındaki Muska, Yaşlı Generalin Dükkanı, Yaralar Sahiplerinin Ayaklarını Yer, Evin Kapısı Mı, Yürek Kapısı Mı, Ayaksız Yolculuk, Masî’ye Benzeyen Yılan, Dağları Yiyen General vb. başlıklarla örülmüş bu muhteşem Kürtçe romanda her cümle, ruhta tüy hafifliğinde bir yankı bırakır, her paragraf yalınayak koşturabilecek kadar sarar okuyucuyu, okuma yolunun patikalarında.
Kalbindeki fırtınalarla gerilla da olan Masî (ki, aslında “Masî kimdir?” sorusu “Herkes ve her şeydir” diye de cevaplanabilir) pusuda kaybettiği yoldaşına verdiği söz üzerine ailesini ziyarete gider. Ama mezar yerini soran aileye sadece; “Li kêleka kevireki mezin!” (Büyük bir taşın yanında) der. Doğal olarak aile anlamayarak sorar: “Nerede?” Masî şöyle cevaplamak ister: “Masî Kürdistan dağlarının taşlarından birinin yanında diyecekti ama Kürdistan adını söylemenin suç olup yasalarına göre ağır cezalara neden olabilecek bir ülkede olduğunu hatırladı. Bu ülkenin her taşı gibi o taş da bir canfedaya mesken oldu demek istedi ama sözler kurumuş boğazında asılı kaldı ve bir şey istedi.”
Nitekim Rêwitiya Bêling adlı bu bölümün sonunda muska bize şöyle der: “İlk kez Masî’nin gözbebeklerinde dalışlar yapan ölüm kuşlarından korkuyordum”.
Okurun beden ve ruh kimyasını değiştirmek kadar sarıp sarmalayan kitap; kapı ile, taş, yılan ya da Mas’i ile olsun, yürek çarpıntılarını okuyacak kadar yakınlaştırır.
“Sınırın bu tarafında tutuklanma, öbür tarafında tutuklanma” dediğinde Berfin, Masî ile aralarında çok tanıdık bir diyalog geçer:
“Masî: Bence artık peşini bırakmazlar
-Beni korkutabilecek bir şey kalmadı. Bundan sonra bize ne yapabilirler ki. Ellerinden geleni artlarına koymadılar.
Masî: Yapmadıkları bir şey kaldı.
-Nedir ki?
Masî: Biz hala hayattayız. Bazen sadece dilimizden ve taleplerimizden değil, varlığımızdan da rahatsızlar gibime geliyor. Düşmanlıktır bu düşmanlık.”
Yûsiv’in eserlerindeki en çok sevdiğim yönlerden biri “Fildişi kuleden” yazmıyor olmasına rağmen mağdurun tekrara ve vıcık vıcık bir feryat-figana, kişiliksiz ve boynu bükük diline düşmüyor oluşudur ki, bu duruşunu gerçek hayatta da oldukça güzel “yazıyor”. Yani yazarken de yaşarken de böyledir. Şükürler olsun bu Amûdê’li Kürdistan’a. Kusursuz bir redaksiyon ve mizanpaj (çünkü maalesef kimi kitapların, özellikle de Kürtçe olanların, “bakkal defterine benzediği” tespiti yerindedir.) ve Pirtîkxana E. Xani (E. Xani Kütüphanesi) Boraboz şiir dizisi gibi müthiş projeleriyle Kürtçe yayıncılıkta (keza çevirilerinde de) tez zamanda baharı getirebilmiş Lîs’e bir selam çakmamak olmaz.
“Herkes kendi başının derdindeydi. Masî her iki sağlam ayağıyla gittiğinde herkes kendi telaşındaydı, ayaksız döndüğünde herkes kendi telaşındaydı. Kalbi her şeyden soğumuştu ama Berfin’in ayak sesleri kulaklarına ulaştığında her şey altüst oldu… Kapı sesi geldi ama ses kapıdan değil kalbindedendi”.
NOT: Bu kitabı Kürtçe okumak lazım tabi. Simko’nun torunu Dilan’la sesimizi evrende yankılatmak istercesine sesli de okuduk mesela, harikaydı. Orijinal dil olayı fena halde geçerli zira.